26 Mayıs 2010 Çarşamba



Sempozyumlara Dair Birkaç Öneri


Fırat ARAPOĞLU


Bilimsel ve sanatsal bir sempozyum düzenleme ve ilgili konuda alanının uzmanlarını, sanatçılarını bir araya getirme düşüncesi, ne yeni bir düşüncedir ne de emsalsiz. Temelinde sempozyum, - Kelime kökü olarak “beraber yapmak, beraber içmek” anlamına gelen Grekçe “sympotein” - en azından temel bir ortak hareket noktası üzerinden, farklı bireylerin, birbirleri ile deneyimlerini ve düşüncelerini paylaştıkları bir birliktir.


Erzurum Atatürk Üniversitesi Rektörlüğü tarafından düzenlenen Erzurum I. Uluslararası Resim Sempozyumu için panelist olarak davet edildiğimde, öncelikle sanatseverler için neler söyleyebileceğimi düşündüm. Ardından, kamusal alanda sanatın gelişimi ve böylece daha demokratik ve seçkinci olmayan bir sanatsal dilin ortaya konulması ile ilgili bazı öneriler üzerine bir sunum yapmaya karar verdim. Tabii bu kararı verirken, nesnel bazı temellere de dayanmam gerekiyordu. Bu konuşmamda, bir sanat tarihçisi ve sanat eleştirmeni olarak, sempozyumların olumlulukları ve olumsuzlukları üzerine bazı konulara dikkat çekmeyi arzulamaktayım.


Ama bu konulara geçmeden önce, bazı önemli noktalara değinmeliyim. Öncelikle, bu sempozyumdaki üretimlerin ve buna paralel etkinliklerin gerçekleştirilmesi, elbette, büyük bir mali destek olmadan söz konusu değildir. Erzurum Atatürk Üniversitesi’nin mali desteğini, sanatçıların üretim öncesi ve esnasında ihtiyaç duyacakları birçok masrafı üstlenmesini öncelikle saygı ile karşılamak lazım. Sayın üniversite rektörü Prof. Dr. Hikmet Koçak ve diğer ilgililere bununla ilgili olarak teşekkür etmek istiyorum. Bütçesinin bir kısmını buna ayırması, umarım diğer üniversitelere de örnek olacaktır. Bu bütçenin ayrılması ve sempozyum küratörlerine olan destekle, Erzurum Uluslararası Resim Sempozyumu, eğer bu etkinliği kesintisiz sürdürebilirse, çok yakın bir tarihte global ölçüde geniş bir iletişim ağının içerisinde yer alan önemli kodlardan birisi olacaktır.


Sempozyumda üretilecek çalışmalar stilistik olarak bir çok üretim biçimini gösterecekler - Temsili ve temsili olmayan üretimler, soyutlamalar, yarı-soyutlamalar, figüratif soyutlamalar yanında figüratif çalışmalar gibi. Ayrıca ifade biçimi olarak ekspresyonist nitelikler barındıran çalışmalar, natüralist, realist ve idealist çalışmalar da görülebilir. Bu detaylara giriyorum, zira özellikle güzel sanatlar akademisi ve eğitim fakültesi resim-iş öğretmenliği bölümü öğrencileri, derslerde rastladıkları bu tip üslupsal ve malzemesel farklılıklara bizatihi şahit olacaklar.


Erzurum Atatürk Üniversitesi bünyesindeki bu sempozyum sonucunda, 20 resim ile adeta küçük bir koleksiyon seçkisi oluşacaktır. Farklı ülkelerden ve Türkiye’den sanatçılar, üretim yaşamlarının bir izini Erzurum’da bırakacaklar. Türkiyeli ve yabancı ressamların biyografilerinde, Erzurum Üniversitesi ve Erzurum ibareleri, hem matbu hem de internet ortamında görülecek. Böylelikle, Erzurum Atatürk Üniversitesi ulusal ve uluslararası iletişim ağı içerisinde “marka” değeri olarak bir konumu üstleniyor olacak.


Marka oluşturmanın, diğer bir deyişle markalaşmanın ise iki önemli niteliğe sahip olması gerekiyor. Bunlardan birincisi “güvenilirlik”. Erzurum Atatürk Üniversitesi, elbette, Türkiye’nin köklü eğitim kurumlarından birisi olarak sadece bu sempozyum değil birçok ulusal ve uluslararası bilimsel, kültürel ve sanatsal projeleri, sempozyum, kongre gibi etkinlikleri destekleyerek güvenilirliğini göstermektedir.


Bu sempozyum ve diğer tüm etkinlikler için, diğer bir önemli konu ise “sürdürülebilirlik” niteliğidir. Uluslararası Erzurum Resim Sempozyumu’nun ilkini takiben diğer düzenleyeceği sempozyumlar ile sürdürülebilirliğinin sağlanması, Erzurum Atatürk Üniversitesi’nin, Erzurum Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin ve ilgili diğer kurumlarının yarattıkları “marka” değerini daha fazla katlamasına neden olacaktır. Şimdi, sempozyumların üstlendikleri roller ve yapmaları gerekenlere biraz ışık tutmak istiyorum.


Öncelikle, sempozyumların olumlu yanlarından birisini, sanatçının halkı ile bütünleşmesini, halkı ile iletişim kurabilmesini sağlaması olarak görüyorum. Böylece sanatçının kitap, dergi ve gazetelerdeki imgesi ile girilen “sanal” iletişimin aksine, gerçekliğe dayalı bir iletişim kurulacak. Sanatçı ve izleyicisi arasındaki bu diyalektik ilişki, her iki tarafın olumlu yanlarını ortaya çıkarmasına, olumsuz yanlarını da törpülemesine neden oluyor. İzleyici bir sanatçıyı değerlendirmenin çeşitli açılarını keşfederken, sanatçı da benliğinde yaşadığı/yaşayabileceği “şöhretli” kimliğin getirdiği egoları azaltabiliyor.


Çünkü, bu sempozyumda yer alan sanatçıların her biri “farklı” bir oluşu simgelemekteler. Tarihin – ve dolayısıyla sanat tarihinin – bir “gelişme” olduğu fikri, özellikle 1968 – 1972 yıllarına tarihlendirebileceğimiz post-modernizm tarafından tersyüz edilmiştir. Artık söylenebilecek bir şey varsa o da gelişme değil, “farktır”. Bu farkın tarihini oluşturan üniversitelerin ve sanatçıların üzerinde odaklanmak gerekiyor.


Bana göre, Erzurum Atatürk Üniversitesi’nin yaratmış olduğu gereksinim de oldukça önemli. Gilles Deleuze & Felix Guattari’nin çok önemli bir saptamaları var: “Arzu gereksinimden değil, gereksinim arzudan doğar”. Erzurum Atatürk Üniversitesi, birçok üniversitenin de sahip olduğu bütçe bağlamında, kapitalist biriktirme mantığında hareket edebilirdi. Ama üniversite bunu yapmayarak, aksine bu sempozyumu gerçekleştirerek bir gereksinim yaratmıştır. Biriktirmenin tam zıttı olarak, “harcamıştır”, ve en önemlisi bu harcamayı “sanata” yapmıştır.


Sanatçıların bu sempozyumda üretecekleri işler ve bırakacakları imzalar da çok değerli ve ben bunun Erzurum ili ve üniversitesi tarafından önemsendiğini ve daimi olarak önemseneceğini düşünüyorum. Resim sanatında dikkate değer konumlar işgal eden sanatçılar ve küratörlerin bıraktıkları etki birincil önemdedir. Bu imzalar, sanatçıların kültürel yaşam içerisindeki güçlerini temsil ediyor. Ayrıca bu sempozyumun üniversite ve diğer resmi/özel kurumların desteği ile devam etmesi gerçekleştirse, imzaların artışı kültürün sürekliliğini de gösterecektir.


Sempozyumların, modernite ve post-modernite bağlamındaki eksende çok iyi konumlandırılması gerekiyor. Eğer sempozyum, sözcüğün kök anlamı ile beraber yiyip, içmek ise, bu hem sanatçıların birbirleri ile hem de sanatseverlerle geliştirecekleri yakınlaşmaya işaret etmektedir. Bu akademi duvarları arasında kalmaması gereken bir diyalogu gerektirecektir. Akademi duvarlarına asılı kalmama ya da depolarında çürümemenin yegane kurtuluşu da, ivedi olarak müzeleşme sürecini devreye sokmaktan geçmektedir. Bir sempozyumun sonuçlarını, yani “sanat eserlerini” koruyup, sunabilmesinin, diğer bir deyişle “anlamını” bulabilmesinin yegane koşulu budur.


Böylece şunu ileri sürebilirim: Sempozyum, halkın reaksiyonunu almak zorundadır. Bunu almadıkça yetkin bir biçimde kendisini değerlendiremez, doğrularını ya da yanlışlarını göremez. Machiavelli, Lorenzo Medici’ye ithaf ettiği kitabı Hükümdar’da (il Principe), hükümdara ilettiği açık bir mesaj geçer: Kral halkını dikkate almak zorundadır, çünkü eğer bunu yapmazsa “kendi kendinin aptalı” olacaktır.


Sempozyumların sürdürülebilirlikleri de ayrı bir önemdedir. İletilmesi arzulanan mesajlar, belirli bir sıklıkta olmazsa, unutulma ya da gündemden düşme risklerini üzerlerinde taşırlar. Bu da iletinin değer kaybına uğramasına neden olur. Sempozyum ister yıllık, ister bienal ya da trienal olarak gerçekleştirilsin, bu bağlamda, mutlaka bir sisteme bağlanmak zorundadır.


Sempozyumların hem organizasyon hem de müzeleşme ayağında mutlaka bilgili bir küratöre ihtiyacı bulunmaktadır. Seçici bir kurul da bu görevi üstlenebilir. Ama genellikle bir ya da iki “seçicinin” kendi ekibi ile işlerini yürütmesi daha yararlı ve işlevsel bir model olarak bugün küresel ölçekte bienaller ya da sempozyumlarda tercih edilmektedir. Zaten bir müze kurulacaksa, bunun mutlaka, eserlerin sergilenmesi ya da eldeki eserler ve diğer müzelerden alınacak eserlerle güncel sergiler düzenlenmesi bağlamında bir küratöre ihtiyacı vardır. Bir de bu “küratör” sözcüğüne çok takılmamak gerekliliği anlamında bir ufak hatırlatma yapmak istiyorum. Küratör tek bir anlamı üstlenen bir sözcük değildir. Bununla ilgili çağdaş sanattaki temel iki anlamına değineyim: Birincisi, bir koleksiyonun başında bulunan, bu koleksiyonun geliştirilmesi, eserlerin satılması – alınması süreçlerini takip eden küratörler vardır: Bunlara örnek olarak Gilbert & Lila Silvermann Fluxus Koleksiyonu’nun küratörü Jon Hendricks’i ya da İstanbul Modern Müzesi’nin küratörü Levent Çalıkoğlu’nu verebilirim. İlki Fluxus sanatçılarını çok yakından da tanıyan bir sanatçı – küratördür. İkincisi iyi bir sanat tarihçisi ve eleştirmen olarak yıllardır Türkiye Sanat Dünyası’nın içinde yer alan bir isimdir. İkinci olarak, herhangi bir koleksiyona hükmetmeyen ama muayyen bir araya gelişlerle sergiler açan güncel isimler vardır. Bu isimlere de Harald Szeeman ve Ali Akay örnek gösterilebilir. Konumuza dönersek, Türkiye Sanat Tarihi’ni yakından bilen, gereken isimlere hemen ulaşabilecek bir isme ihtiyaç olduğu görülmektedir. Erzurum Uluslararası Resim Sempozyumu, küratörlerinden birisini Türkiye Sanatı’nı yakından bilen sanatçılardan Bünyamin Özgültekin olarak belirleyerek bahsettiğim sistematiği göstermiştir.


Bunların yanında işin sadece pratik değil, teorik ayağı da oldukça önemlidir. Sanat tarihçilerinin ve eleştirmenlerinin davet edilmesi, bir organizasyonun medyada görünürlüğünü sağlayacaktır. Hele hele bu etkinlik, nispeten, uzak bir coğrafyada konumlandırılmışsa. Bizim davet edilmemiz gibi panel, konferans, kolokyum vb. etkinlikler, sempozyumların medyada yer alabilmesindeki frekans sıklığını belirleyecektir.


Sempozyum için davet edilen sanatçılar da, üst-söylemsel bir dil geliştirmemelidirler. Davetli sanatçılar ve küratörler bilgi ve sanatı, egosal bir iktidar kurmak için değil, “bilim” ve “sanat” için kullanmalıdırlar. Sempozyumların varoluş nedenleri, halk ya da bu tip etkinliklerde üniversiteler yer alıyorsa “öğrenciler” içindir. Sempozyumlar, halkın, sanatseverlerin ve öğrencilerin üzerinde bir iktidar yaratmak değil, diyalog oluşturmak için geliştirilmelidir. Sanatçı bu bağlamda, o hep tarihten beri şahit olduğumuz şamanistik, filozofik, entelektüel rolü üstlenmelidir. Ama bu rol, izleyenleri ile beraber geliştireceği “demokratik” bir dilin öğelerini barındırmalıdır.


Son olarak, eğer sempozyumu bir üniversite üstleniyorsa, üniversite yönetimleri ve küratörler, sempozyuma davet edecekleri sanatçılar ve konuşmalara davet edecekleri panelistler konusunda, kendilerinden beklenen cesareti göstermelidirler. Akademiler, ki Erzurum Atatürk Üniversitesi de büyük bir kurum olarak bu kimliği üzerinde taşımaktadır, “homojen” değil, “heterojen” bir yapıya sahiptirler. Ve bununla birlikte zaten desteklemeleri gereken de, bir akademiden beklenildiği gibi, tek-tipleşme ya da tek-kültürlülük yaratması değil, aksine çok-kültürlülük politikası izlemesidir. Kozmopolit bir oluşumdan beklenilen de budur. Teşekkür ederim.


(21 Mayıs 2010 tarihinde davetli olduğum Erzurum Birinci Uluslararası Resim Sempozyumu kapsamındaki "Kültürler Buluşması" panelinde yaptığım konuşma metnidir).




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder