“İsimsiz”…
Fırat ARAPOĞLU
Geleneksel sanat tarihi yazımında, sanatsal üretimler öncelikle metodolojik olarak tanımlanır, biçimsel açıdan kategorize edilir ve kronolojik olarak dönemselleştirilir. Sanat işleri, bu bağlamda, sanat tarihçileri, küratörler ve müze yöneticileri tarafından çeşitli nitelikleri ile gruplandırılırlar. Üretimler ya sanat tarihsel bellek aktarımının araştırma ve eğitim açısından diğer kuşaklara iletilmesi (Sanat Tarihçiliği) ya da bizzat üretimlerin materyal niteliği ile edinilme, korunma ve sunulması (Küratörlük/Müze Yöneticiliği) noktasında toparlanmaktadır.
Sanat işlerinin gruplandırılması çeşitli yöntemlerle gerçekleştirilmektedir. Bu noktada sanat eserleri ya üretim biçimi açısından (tuval üzerine yağlı boya, suluboya, video, heykel gibi); ya bahsi geçenler gibi alt başlıkların üst gruplarda toplanması ile (tüm türleri kapsayarak resim ya da heykel gibi) veya dönemsel başlıklar altında toplanarak (Çağdaş Türk Sanatı ya da Toplumcu Gerçekçilik Akımı gibi) sunulmaktadır. Bu gruplandırmaların içerisinde çeşitli nitelikleri ile yer alan (biçimsel, içeriksel ya da dönemsel), ama herhangi bir isme sahip olmayan işler üzerine bazı görüşler özetlenebilir ve bunlar hakkında çıkarsamalarda bulunulabilir: “İsimsiz” çalışmalar.
Modern/Çağdaş/Güncel sanat pratiklerinde sıklıkla rastlanılan bir olgu olarak bazı sanatçılar bazı üretimlerini “İsimsiz” (İngilizce “Untitled”, “No Title”; Almanca “Ohne Titel”; Fransızca “Sans Titre”; İtalyanca “Senza Titolo”) olarak sunmaktadırlar. Sanatçıların bu üretimlerini isimlendirmemeleri bağlamında, amaçları açısından bazı çıkarsamalarda bulunmak mümkündür:
a) Sanatçı, sanat işlerini algılayacak olanları (izleyici/alımlayıcı) kendi çalışmalarını isimlendirerek belli bir sınırlama içerisine sokmak istemiyor olabilir. Bu tarz bir yaklaşımda sanatçı, resmi oluşturan motiflerin kendi iletilerini herhangi bir isme bağlı olmadan izleyiciye aktarabileceğini varsaymaktadır. Sanatçı, duygu ve düşüncelerini ilan etmemeyi isteyebilir. Belki de, izleyicileri, bunlar hakkında bilgilendirmek zorunda olmadığını ya da çalışmasını isimlendirerek izleyiciyi kendisi gibi düşünmek zorunda bırakacağını hissedebilir. Bu sorgulamaları kısaca özetlersek, sanatçı eserine isim koymayarak izleyici ve çalışma arasında – bir ismin aracılığı olmaksızın - bir iletişim geliştirmeyi amaçlamaktadır.
b) Sanatçı, olasılıkla, üretiminin içeriğini kapsayacak bir başlık bulamaz. Sanatçılar ve akademisyenler gibi sanatsal/bilimsel anlamda üretim gerçekleştirenler için zor konulardan birisi de üretime bir başlık atmaktır. Çünkü, bir sanat işinin ya da bilimsel metnin gruplandırılabilmesi ve basılabilmesi için bir başlığa sahip olması gerekmektedir. Başlık aynı zamanda hem içeriği kapsayıcı, fakat bir o kadar da yalın olmalıdır. Ayrıca başlığın, sözcük oyunları kullanılarak maksimum oranda çağrışımsal bir karakteri olmalı ve elbette bunun yanında izleyicinin/kamuoyunun dikkatini çekmelidir.
c) Sanatçı ürettiği çalışmasını hiçbir içeriği yansıtan niteliği olmadan sadece bir etiketlendirme için “İsimsiz” olarak başlıklandırabilir. Ya da çalışmasının “İsimsiz” işler kategorisinde yer almasını isteyebilir. Bu, daha önceki dönemlerden önemli sanatçıların kabul gören ve değer biçilen isimsiz işlerinin temelinden hareketle, sanatçının böyle davranarak bir “prestij” yaratma unsuru olarak görülmektedir.
Bu özellikler, sanatçıların üretimlerini isimlendirip, isimlendirmeme konusuna yaklaşımlarını niteleyen unsurlardır. Temelde bunlar kabul edilmekle birlikte, elbette başka nedenler de eklenebilir. Peki, bu konu sanat izleyicisi tarafından nasıl algılanıyor olabilir?
İzleyici, sanatçının çalışmasını isimlendirmemekle aslında hiçbir başlığa indirgenemeyecek kadar değerli bir çalışma olduğunu düşünebilir(!). Yani, bu çalışma için binlerce sözcükten hiçbiri uygun değildir. Çünkü üretilen çalışma, binlerce sözcük değerindedir. Çalışmanın bu tarz eleştiriler getirebilecek izleyiciler tarafından eleştirilmesi ile beraber, bu tarz eleştiri yapan izleyiciler, sanatçının dil ve imgenin birlikte yaratacakları etkiden yararlanamadıklarını düşünmektedirler. Sanatçı bir öykü anlatmakta ve izleyiciden bunu bitirmesini beklemektedir. Ama izleyici, sanatçının daha başından kendisine düşen kısmı anlatmadığını düşünebilir. Sanatta her biçimsel niteliğin özdeş bir duygusal niteliği varsa, o zaman seyirci, her bir imgenin, birçok sözcüğü hak ettiğini düşünebilir.
Natürmortlarda, belirli manzara resimlerinde, yani temsili resimlerde, konuya direk geçilebildiğinden isimsizlik çok büyük bir önem taşımamaktadır. Sonuçta betimlenen bir kase ile meyveler ya da bir kır manzarasıdır. Yine aynı biçimde Erwin Panofsky’nin “İkonografi ve İkonoloji” başlıklı sanat tarihi kuramını üzerine inşa ettiği mitolojik, dini veya edebi bir içeriğe sahip figüratif üretimler, çeşitli edebi, mitolojik ve dinsel metinlere dayanarak çözümlenebilmektedir. Fakat, örneğin resim bağlamında, isimsizlik özellikle soyut çalışmalarda bir sorunsal olarak karşımıza çıkmaktadır.
Çoklu okumalara izin vermesi açısından bir çalışmayı “İsimsiz” sunmanın yararları bulunmaktadır. Fakat diyalektik bir düşünce sistemine bağlı olarak yetiştirilen ve ayrıca, eğitim hayatının başlangıcından itibaren, örneğin bir edebi kompozisyon yazımında üretimin yapısını oluşturan önemli bir parçanın da “başlık” atmak olduğu dikte ettirilerek eğitilen sanat izleyicisi, bu konuyu yadırgayabilir. Sanatçı basit bir başlık ile çalışmasını “kimliklendirmekten” ve basitçe kategorize edilmekten kaçınmak istemektedir. Fakat bu bağlamda, etiketlendirme işini önce sergiyi düzenleyen küratöre, ardından da izleyiciye bırakmak zorunda kalacaktır. Çünkü nihai olarak bu işi sanatçı yapmasa da, birisinin yapması gerekecektir. Böylece sunulan çalışmanın ilettiği mesaj, çelişkili yorumlanma ya da düpedüz çarpıtılma tehlikesini içerisinde barındırır.
Soyut resimlerde bu durum, “Rorschach Testi” durumuna dönme tehlikesini içerisinde barındırmaktadır. 1910’lu yıllarda İsviçre doğumlu psikanalist Hermann Rorscach’ın geliştirdiği, mürekkep lekelerinin insanlara gösterilmesi ve verilen cevapların yorumlanması yöntemine Rorschach Testi adı verilmektedir. Testin temel prensibi katlanmış kağıt arasında kalan mürekkep lekelerinin yorumlanmasıdır. Bu lekelerin herhangi bir şekli bulunmamaktadır, yani kalıp bir cevabı içermeyen bu şekilleri, yorumlanması istenen kişi, kendi ruh haline göre değerlendirmektedir. Bu niteliği ile Rorschach Testi, psikolojik testler arasında en az güvenilenlerden biri olarak listelenmektedir. Bu açıdan şu soru akla gelmektedir: Sanatçı acaba bizzat kendisi mi Rorschach Testi’nde başarısız olmuştur?
Kısaca, bir sanat tarihçisi gözü ile, sanat izleyicilerinin sık karşılaştıkları ve belki de bazılarının dile getirdikleri bir düşüncenin, bir tartışma alanı olarak açılabileceğini düşünmekteyim. Sonuçta, çağdaş sanat pratiklerinde sıklıkla görülen bu “İsimsiz” çalışmalar, sanatçı ve alımlayıcı tarafından farklı yaklaşımları bünyesinde barındırmaktadır. “İsimsiz” çalışmalar bugün varlıklarını sürdürmekteler ve sanırım yakın dönemler içinde de var olmaya devam edecekler.
Tartışma konusu edilen çeşitli yaklaşımlardan yapabileceğimiz net çıkarsamalar, şimdilik, şöyle özetlenebilmektedir: a) Verili bir gerçeklik olarak, “İsimsiz” çalışmalar, belli oranda güçlerini isimlendirilmiş çalışmalardan almaktadır. b) İsimsiz (ya da Başlıksız) çalışmaların kendilerinin de refleksif olarak bir başlık olduğu ve bu şekilde kabul edilip, kategorize edildiği görülmektedir.
Son olarak bir konuyu daha sorgulamak cazip görünüyor ama onu, şimdilik, zamana bırakalım: Sanatçılar acaba “İsimsiz” başlığını çalışmalarına başlamadan önce mi koymuşlardır ya da koymaktadırlar, yoksa sonra mı?
Kaynakça
Arapoğlu, Fırat & Yavuz Erol, Seda; “Being in Between as an Art Form: An Essay on Intermedia”, 1st Semiotic Congress in Cyprus, Girne, Nisan-2008.
Jacquette, Dale, “Untitled”, Philosophy and Literature, Vol. 19, S.1, Nisan-1995, s. 102-105.
Tritten, Larry, “Untitled”, Verbatim, 22 Mart 2005, (Erişim tarihi 01 Kasım 2008, http://www.accessmylibrary.com/coms2/summary_0286-11914901_ITM’dan).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder