25 Haziran 2011 Cumartesi

Scream For Me İstanbul - Iron Maiden'ın Ardından



Scream For Me İstanbul – Iron Maiden’ın Ardından

“Infinite dreams I can’t deny them, infinity is hard to comprehend” (Karşı gelemediğim sonsuz düşler, sonsuzluk kavranması zor). Infinite Dreams isimli 1988 tarihli Iron Maiden parçasının giriş sözleriydi bunlar ve ilk dinlediğim şarkılarıydı. Lise yıllarında başlayan Iron Maiden serüveni, tüm albümlerini hatta single’larını, the First Ten Years Collection serisini, konser kayıtlarını vb. her şeyi alarak ve dinleyerek geçti. Öyle ki bir müzik grubunun fanı olmanın gerektirdiği her şeyi Iron Maiden için yaşamaktaydım, tüm grup üyelerini özgeçmişleri ile beraber nüfus memuru tadında bilmek gibi bir şey bu.

Iron Maiden’ın sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada binlerce izlerkitlesi bulunmakta. Bruce Dickinson’un konser sırasında söylediği gibi her ırktan, dinden, renkten izleyicinin dahil olduğu bir seyirci kitlesi bu. Iron Maiden’ın İstanbul konserindeki setlist’te yer alan Iron Maiden şarkısının sözlerinde olduğu gibi “Iron Maiden’s gonna get you, no matter how far” (Iron Maiden ne kadar uzak olsan da, gelir bulur seni). 1970’lerin ikinci yarısında kurulan, ilk albüm kayıtlarını 1980’de Iron Maiden adıyla çıkararak geniş bir çevreye yayılan grup, Türkiye’deki ilk konserini 1998’de Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu’nda vermişti. Fakat o konserde Bruce Dickinson’un operatik sesini değil de, Blaze Bayley’nin tek düze, monoton ama her şeyden önemlisi detone ve kısılan sesini dinlemek zorunda kalmıştık. Kendi mecrasında Wolfsbane grubu ile iyi işlere imza atan Bayley’nin Iron Maiden fanları içerisinde kabul görmesi imkansızdı. Hele hele Bruce Dickinson gibi operadan rap müziğe, balad’lardan hard rock’a kadar geniş bir skalada iş üretebilen ses rengine sahip bir ismin ardından bir gruba dahil olmak da o kadar değil. Belki o zamanlar Helloween’in Michael Kiske’si gibi bir isim bunun altından kalkabilirdi, ama Kiske de grubun evrensel yapısına uygun görülmemişti.

Konserden İzlenimler
Mastodon, In Flames, Alice Cooper ve Slipknot izlenimlerini başka yazarlara bırakıp, çok daha iyi takip ettiğim bir grup olarak, konserin headliner’ı Iron Maiden üzerinden devam edeceğim. Gruptan 1990’ların sonunda ayrılarak kendi projelerine yönelen Adrian Smith ve Bruce Dickinson’un dönmesi ile birlikte Iron Maiden mahşerin 6 atlısı biçiminde karşımızdaydı artık. Dickinson ve Smith’e ek olarak grubun efsanevi bas gitaristi ve kurucusu Steve Harris, Dave Murray, Nicko McBrain ve Janick Gers ile bu kadro tamamlanıyor. Grubun Fear of The Dark albümün ardından Bruce Dickinson’ın ayrılması sonrasında, Blaze Bayley ile yapılan albümlerde Steve Harris’in grup üzerindeki kesin hakimiyeti oldukça belirgindi – Parçalardaki uzun bas sololarını hatırlarsanız. Dickinson’un dönüşü sonrasındaysa the Wicker Man, El Dorado, Blood Brothers gibi besteler geldi. Fakat görünen şu ki, Maiden beste yapma yeteneğini çok kaybetmemiş görünse de, her müzisyenin başına geldiği gibi sonbahar dönemini yaşamakta. Sahne performansına gelince, Maiden bu performans rekorunu hala kimseye bırakma niyetinde değil, yorgunluktan ya da alkolden sesi çıkmayan vokaller, yanlış notalar basan gitaristler, ritim kaçıran bas gitarist ya da davulcuları aklınıza getirdiğinizde, Iron Maiden hala hatasız çalıyor ve oradan oraya sahnede koşturarak seyircinin nabzını son ana kadar yukarıda tutmayı beceriyor.
Açılışı Satellite 15…The Final Frontier ile yapan grup, El Dorado, 2 Minutes to Midnight, the Talisman, Coming Home ve Dance of Death ile konsere devam etti. Ardından İngiliz bayrağı ve kırmızı urbalarıyla sahneye fırlayan Bruce Dickinson ile birlikte The Trooper parçasıyla konser sürdü. The Wickerman ile gaz kesilmezken, Blood Brothers’ın girişinde “Irak, İran, Suriye her yerde Iron Maiden fan’ları var, Maiden her dilden, dinden, ırktan insana ulaşır” diyerek Dickinson’ın retoriğini ve bu arada sahneden görebildiği beleşçilere olan takılmasını dinledik. When the Wild Wind Blows’un ardından tüm zamanların efsanevi heavy metal parçalarından Fear Of the Dark hep bir ağızdan söylendi ve bu kısım Iron Maiden’ın kendi adını taşıyan parçası ile bitti. Bis ardından The Number of The Beast ve Hallowed Be Thy Name klasiğiyle devam eden konser, 31 yıl öncesine ilk albüme dönerek Running Free ile sona erdi.
Metal Hammer’ın son sayısında Bruce Dickinson şu demeci vermişti: “I got into trouble for saying that we’re better than Metallica…and, it’s true!” (Bunu söyleyerek başımı belaya sokacağım; Metallica’dan daha iyiyiz ve bu doğru). Bunu hatırlatmasına çok gerek var mıydı bilmiyorum ama, Sonisphere İstanbul 2011’deki 15 bin kişiyi görünce sanırım demecinin doğruluğunu bir kez daha test etme imkanı bulmuştur. Gelecek yıllara iki katı büyük bir mekanın gerekliliğini vurgulamasını unutmadan, organizasyondaki diğer sıkıntıları şimdilik unutmak gerek, kulaklarımda hala Iron Maiden parçaları varken. Up the Irons!


Fırat Arapoğlu

(23 Haziran 2011 tarihinde Eleştirel Kültür Online Dergi'de yayınlandı.)

17 Haziran 2011 Cuma

İki Sergi Bir Bilanço: Kent ve Kadın



İki Sergi Bir Bilanço: Kent ve Kadın


Fırat ARAPOĞLU


Kent yaşamı, soylulaştırma projeleri, yıkım gibi konular güncel sanatın son yıllarda sıklıkla ele aldığı konuların başında geliyor; ki bazen imge doygunluğu yarattıkları bile söylenebilir. Öte yandan kadın kimliği ve/veya erkek-egemen bakışın eleştirisi de farklı bir kanal olarak yine sanatta içerik olarak kullanılmaya devam etmekte. Kente dair bütüncül mecralardan parçalı enstalasyonlara, manzaralardan dokümanter içeriklere kadar değişen kent sunumları ve kadın kimliğinin grafiti ve karikatür estetiğine dayalı olarak sunumu noktasında son dönemde açılan iki sergi dikkatleri çekiyor.


Farklı Bir Proje Olarak Yumuşak Şehir


Jonathan Raban’ın “Yumuşak Şehir” konsepti üzerinden hareket eden Nihan Çetinkaya’nın küratörlüğünü üstlendiği Alanistanbul’daki “Yumuşak Şehir” sergisi, 21 sanatçının katılımıyla çok-sesli ve çok-mekanlı bir platformda kurgulanan bir etkinlik olarak nefes aldıran bir yapıya sahip.


Sergi, kentin ulus-devlet söylemleri içerisinde bir tektipleştirme mekanı olarak değil de, merkezsizleşmenin, her tür etnik, dinsel, dilsel ya da cinsiyetsel farklılığın yaşamda yer alması ile kodların değiştiği bir yapının izdüşümlerini görünür kılmakta. Projenin kapalı ve açık alan olarak ikili sunumunun, kent yaşamının sanatın içerisine dahil edilerek sanat – hayat arasındaki çizginin flulaştırılması açısından oldukça etkili bir yöntemi kullandığı tespit edilebilir. Yeşim Akdeniz Graf’ın çalışmasının Tophane’de Depo’nun karşısındaki kahvede konumlandırılması, Sevil Tunaboylu’nun Tatar Beyi Caddesi üzerindeki sadece ön cephesi ayakta kalan bir binanın altı adet pencere boşluğuna yerleştirdiği eller ve ayaklar, yaşama inen ya da diğer bir deyişle giren sanat sunumları olarak projede dikkat çeken işler arasında.


Alanistanbul’da yer alan sergide dikkat çeken çalışmalar arasındaysa Nalan Yırtmaç’ın soylulaştırma projeleri kapsamında kent merkezinden merkez-dışı alanlara sürülmek istenen halkın yaşayacağı binalar üzerinden yaptığı toplumsal ayrış(tır)ma politikalarının eleştirisi, Pınar Öğrenci’nin Galata ve Boğazkesen Caddesi’ndeki dükkanların kartvizitlerinden oluşturduğu çalışmaları – ki Galata’ya ait olan kartvizitler kulenin formu verilerek oluşturulmuş durumda -, Neriman Polat’ın Manzara Perspectives’in galeri mekanına kurduğu Özdönüşüm Emlak yerleştirmesi. Neriman Polat’ın kurduğu emlakçıya fiyat sormaya gelenlerin olması, akıllara Vahit Tuna’nın Depo’daki kişisel sergisinde mekanın dış duvarına astığı SATILIK yazısına binaen binaya talip olanları getiriyor.


Projenin sergi katalogu başlı başına bir mecra olarak ayrı bir sergi biçiminde tasarlanıyor. Sanatçıların her birinin kendi sayfa tasarımlarını yapacakları katalogda ayrıca kent ve mimari üzerine alanında uzman isimlerin yazılarının yer alacağını da hatırlatalım. Yumuşak Şehir 18 Haziran’a kadar Alanistanbul’da ve projenin diğer alanlarında izlenebilir (0212 2920414).


Tuğba Sönmez’den Ademler ve Havvalar


Tuğba Sönmez geçmiş dönem çalışmalarını da kapsayacak bir biçimde Galeri Binyıl’da “Ademler ve Havvalar” başlığı altında kişisel sergi açtı. Çalışmalarında Jean Michel Basquiat ve Harun Antakyalı imgelerinin etkisi netlikle görülen Sönmez, fragmanter bir sunumdan hareketle amorf yüzler ve bedenleri resmediyor. Bazen jenital bölgeleri çapraz çizimlerle kapatarak erkek bakışı kodlaması ya da penisi bir yılan biçimine sokarak saldırganlığını deşifre etmesi göze çarpan unsurlardan.


Formları ve içerikleri konusunda farklı bir anlamsallığa uzanan Tuğba Sönmez, yakın dönem içerisinde çalışmaları takip edilmesi gereken isimlerden birisi olarak görülebilir. Resimleri Mersin’den İstanbul’a kadın ve erkek kimliklerinin inşası, birinin diğeri olmadan varolamayacağı “ötekilik” konumlanmaları gibi birçok konuda yeni yapıt okumalarına açık. 19 Haziran’a kadar Galeri Binyıl’da gezilebilir (0212 2403445).


(17 Haziran 2011 tarihli Birgün Gazetesi'nde yayınlandı.)




Ukrayna'da Türk mevsimi


Fırat Arapoğlu

Ukrayna'da Türk Mevsimi


Türkiye Sanatı Tarihi’nin özellikle son dönemlerinden itibaren belirli sıklıkta düzenlenen heykel ya da resim sempozyumlarına şahit olunmakta. Hatta Türkiye’de düzenlenen etkinliklerin haricinde artık üniversitelerin ya da çeşitli diğer resmi kurumların yurtdışında da çeşitli organizasyonlara giriştikleri görülebiliyor. Bunun en son örneği Türkiye’den 100’ün üzerinde sanatçının ve Ukrayna Ressamlar Birliği’ne bağlı sanatçıların katıldıkları Odessa Birinci Uluslararası Sanat Sempozyumu’ydu. On günlük bir çalıştay, resim sergisi ve sempozyum bildirileriyle kompleks bir yapıda kurgulanan etkinlik, 15 – 25 Mayıs 2011 tarihleri arasında Ukrayna’nın Odessa şehrinde düzenlendi. İstanbul Kemerburga
Türkiye Sanatı Tarihi’nin özellikle son dönemlerinden itibaren belirli sıklıkta düzenlenen heykel ya da resim sempozyumlarına şahit olunmakta. Hatta Türkiye’de düzenlenen etkinliklerin haricinde artık üniversitelerin ya da çeşitli diğer resmi kurumların yurtdışında da çeşitli organizasyonlara giriştikleri görülebiliyor. Bunun en son örneği Türkiye’den 100’ün üzerinde sanatçının ve Ukrayna Ressamlar Birliği’ne bağlı sanatçıların katıldıkları Odessa Birinci Uluslararası Sanat Sempozyumu’ydu. On günlük bir çalıştay, resim sergisi ve sempozyum bildirileriyle kompleks bir yapıda kurgulanan etkinlik, 15 – 25 Mayıs 2011 tarihleri arasında Ukrayna’nın Odessa şehrinde düzenlendi. İstanbul Kemerburgaz Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi ve Trakya Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde görev yapan akademisyenler ve sanatçılardan oluşturulan kurullarla birlikte gerçekleştirilen organizasyonun temel amacı kültürlerarası bir etkileşim yaratabilmek ve bu bağlamda estetik bir dönüşüme imza atabilmekti.
Sempozyum başkanlığını İstanbul Kemerburgaz Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Bünyamin Özgültekin ve yardımcılığını Anatoly Kravcenko’nun üstlendiği etkinlik kapsamında, Odessa şehrinin Kobleva bölgesinde 10 gün boyunca kalan Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinden sanatçılar ve akademisyenler, konseptin ve tekniğin serbest bırakıldığı bir biçimde yapıtlar ürettiler ve böylece bağımsız bir yaklaşımla Odessa’nın kendilerinde bıraktığı etkileri cisimleştirdiler.


Sempozyum ve Sergi
22 – 23 Mayıs tarihlerinde Odessa Doğu ve Batı Sanatları Müzesi’nde gerçekleştirilen Sanat ve Etkileşim başlıklı sempozyumda ise çeşitli başlıklar altında 50 kadar bildiri sunuldu. Açılış bildirisini “Sanat: Etki Alan ve Etki Veren” başlığı altında Prof. Dr. Ali Akay’ın sunduğu toplantıda sanatçı kimliği, sanat, sanat ve etkileşim gibi genel konulardan sanatta spesifik malzemelerin kullanımı ve yerel sanatlar ve onlara dair çeşitli unsurlara kadar değişen birçok olgu ele alındı.
Çalıştay sonunda ortaya çıkan yapıtlar aynı müzenin sergi salonunda 24 Mayıs’ta kamuoyunun beğenisine sunuldu. Geniş katılımlı, Türkiye ve Ukrayna medyasının takip ettiği sergi, aynı zamanda açılan Pictures of Viennese sergisi ile birlikte farklı bir birliktelik sağladı denilebilir. 100’ün üzerinde Türkiye’den sanatçının ve Ukraynalı sanatçıların işlerini kısa bir yazıda analiz etmek zor. Sergileme alanının kısıtlılığı işlerin çok fazla bir arada olmasına neden olmuştu, fakat etkinliğin temel amacı düşünüldüğünde bu konuyu şimdilik ötelemek gerekiyor. Geniş bir katılım ağının hedeflendiği ve bu bağlamda her kültür, yaş, cinsiyet gruplarından sanatçı ve akademisyenin yer aldığı etkinlikteki nicelik fazlalıklarını her şeye karşın olumlu yönden düşünebilmek de gerekiyor.



Sonuç Yerine…
Etkinlik sonucunda bilim ve sanat alanında tanınan ya da çok görünür olmayan isimlerin estetik üretimleri ve sempozyum bildirileriyle birlikte, akademik ve sanatsal deneyimlerin karşılıklı olarak alımlanabildiği bir platformun yaratıldığı görülebilmekte. Ukrayna ve Türkiye arasında bugüne kadar karşılıklı akademik veya sanatsal iletişimin fazlaca bulunmadığı açıkken, bu tip bir etkinliğin her şeyden önce en önemli yanı her iki kültürün birbirlerini yakından tanıyabilmelerine olanak sağlaması ve sanatçılarla akademisyenlerin bir diyaloga girebilmelerine vesile olabilmesi. Etkinliğe katıldığım 21 Mayıs tarihinden dönüş gününe kadar şahit olduğum diğer bir husus da, bu etkinlikte tanışan ve organizasyonel yapının çeşitli yanlarını birlikte deneyimleyen isimlerin bir arada vakit geçirebilmeleriydi. Bu tip etkinlikler İstanbul odaklı inşa edilen kültür, sanat ve akademi yaşamının çeperini az da olsa kırmaya yarayabiliyor. Eğer ileride bu etkinlik vesilesiyle bir arada olan sanatçılar ve akademisyenler birlikte farklı etkinliklere imza atarlarsa, her tür niteliğine karşın bu tip organizasyonların amacına ulaşmış olduğunu söyleyebilmek fazlasıyla mümkün. En nihayetinde sempozyum kelimesinin kökeni olan “symposion” da beraber içmek anlamına gelmiyor mu?

z Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi ve Trakya Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde görev yapan akademisyenler ve sanatçılardan oluşturulan kurullarla birlikte gerçekleştirilen organizasyonun temel amacı kültürlerarası bir etkileşim yaratabilmek ve bu bağlamda estetik bir dönüşüme imza atabilmekti.
Sempozyum başkanlığını İstanbul Kemerburgaz Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Bünyamin Özgültekin ve yardımcılığını Anatoly Kravcenko’nun üstlendiği etkinlik kapsamında, Odessa şehrinin Kobleva bölgesinde 10 gün boyunca kalan Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinden sanatçılar ve akademisyenler, konseptin ve tekniğin serbest bırakıldığı bir biçimde yapıtlar ürettiler ve böylece bağımsız bir yaklaşımla Odessa’nın kendilerinde bıraktığı etkileri cisimleştirdiler.


Sempozyum ve Sergi
22 – 23 Mayıs tarihlerinde Odessa Doğu ve Batı Sanatları Müzesi’nde gerçekleştirilen Sanat ve Etkileşim başlıklı sempozyumda ise çeşitli başlıklar altında 50 kadar bildiri sunuldu. Açılış bildirisini “Sanat: Etki Alan ve Etki Veren” başlığı altında Prof. Dr. Ali Akay’ın sunduğu toplantıda sanatçı kimliği, sanat, sanat ve etkileşim gibi genel konulardan sanatta spesifik malzemelerin kullanımı ve yerel sanatlar ve onlara dair çeşitli unsurlara kadar değişen birçok olgu ele alındı.
Çalıştay sonunda ortaya çıkan yapıtlar aynı müzenin sergi salonunda 24 Mayıs’ta kamuoyunun beğenisine sunuldu. Geniş katılımlı, Türkiye ve Ukrayna medyasının takip ettiği sergi, aynı zamanda açılan Pictures of Viennese sergisi ile birlikte farklı bir birliktelik sağladı denilebilir. 100’ün üzerinde Türkiye’den sanatçının ve Ukraynalı sanatçıların işlerini kısa bir yazıda analiz etmek zor. Sergileme alanının kısıtlılığı işlerin çok fazla bir arada olmasına neden olmuştu, fakat etkinliğin temel amacı düşünüldüğünde bu konuyu şimdilik ötelemek gerekiyor. Geniş bir katılım ağının hedeflendiği ve bu bağlamda her kültür, yaş, cinsiyet gruplarından sanatçı ve akademisyenin yer aldığı etkinlikteki nicelik fazlalıklarını her şeye karşın olumlu yönden düşünebilmek de gerekiyor.



Sonuç Yerine…
Etkinlik sonucunda bilim ve sanat alanında tanınan ya da çok görünür olmayan isimlerin estetik üretimleri ve sempozyum bildirileriyle birlikte, akademik ve sanatsal deneyimlerin karşılıklı olarak alımlanabildiği bir platformun yaratıldığı görülebilmekte. Ukrayna ve Türkiye arasında bugüne kadar karşılıklı akademik veya sanatsal iletişimin fazlaca bulunmadığı açıkken, bu tip bir etkinliğin her şeyden önce en önemli yanı her iki kültürün birbirlerini yakından tanıyabilmelerine olanak sağlaması ve sanatçılarla akademisyenlerin bir diyaloga girebilmelerine vesile olabilmesi. Etkinliğe katıldığım 21 Mayıs tarihinden dönüş gününe kadar şahit olduğum diğer bir husus da, bu etkinlikte tanışan ve organizasyonel yapının çeşitli yanlarını birlikte deneyimleyen isimlerin bir arada vakit geçirebilmeleriydi. Bu tip etkinlikler İstanbul odaklı inşa edilen kültür, sanat ve akademi yaşamının çeperini az da olsa kırmaya yarayabiliyor. Eğer ileride bu etkinlik vesilesiyle bir arada olan sanatçılar ve akademisyenler birlikte farklı etkinliklere imza atarlarsa, her tür niteliğine karşın bu tip organizasyonların amacına ulaşmış olduğunu söyleyebilmek fazlasıyla mümkün. En nihayetinde sempozyum kelimesinin kökeni olan “symposion” da beraber içmek anlamına gelmiyor mu?

(30 Mayıs 2011 tarihli Eleştirel Kültür Online Ek'te yayınlandı.)