31 Aralık 2011 Cumartesi

Güncel Sanatta Gündem: Sansür




Güncel
Sanatta Gündem: Sansür


Fırat ARAPOĞLU


Sanatçılar, küratörler, eleştirmenler ve sanat tarihçilerinin belki de uzun zamandan sonra ilk kez bir olay etrafında kinik bir tavır sergilemedikleri, görüşlerini ifade ettikleri ve saflarını belirginleştirdikleri bir süreçteyiz. İstanbul Modern’in eğitim atölyelerini desteklemek üzere bazı sanatçılardan yapıt istemesi ve 10 Aralık’taki galada Bubi’nin “Oturak” isimli yapıtını sergilememe kararı alması; Leyla Gediz’in yapıtlarını İstanbul Modern’den çekme kararını açıkladığı basın açıklamasında belirttiği üzere, müzenin “bağış günlerinde ne tip eserlerin “rahat satıldığına” istinaden bir “örnek eser listesi” yollaması, bu süreci etkiledi ve güncel sanat dünyasındaki birçok ismin de şoke olmasına neden oldu.


Genel olarak bakıldığında ortada altı farklı grubun gözüktüğü görülüyor: a) AICA - Türkiye (Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği) b) UPSD (Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği) c) Hakan Akçura’nın öncülüğünde yazılan “sansür” metnine imza atanlar (ki aralarında bulunmaktayım) d) Mürüvvet Türkyılmaz, Ceren Oykut, Neriman Polat, AtılKunst’un aralarında
bulunduğu, olayı yine “sansür” olarak isimlendiren, ama Akçura’nın metnine katılmayan bir sanatçı grubu e) Tüm bu sürece dair hiçbir örgütlenmeye gitmeyen ve olaya katılmayan sanatçılar f) Bu olaya girmeye çekinenler – gölgesinden korkanlar - ya da hiçbir fikri olmayan sanatçı müsveddeleri.


Sansür kavramı, “demokrasi” kavramı gibi problemli ve rahatlıkla manipüle edilebilen bir kavram – ki bunun da izdüşümleri günlük yaşamda fazlasıyla hissedilmekte. Bir yayının ya da yapıtın “iktidarca” denetlenmesi ve gösterimine izin verilmemesi olarak tanımlanan sansürün işte bu bağlamda sanatçılar, sanat dernekleri, müzeler gibi kurumlar ve eleştirmenleri bir tartışma ortamına getirdiği muhakkak. Bu noktada basın bildirileri birbirini takip etti ve ortaya tam anlamıyla bir kaosun çıkmasına neden oldu ki; ben bu kaosun verimli bir sürece ön ayak olacağını ummaktayım. Peki, Bubi ve İstanbul Modern arasında yaşanan bu süreçte şu an
elimizde olanlar neler?

Öncelikle benim de üyesi olduğum dernek olarak AICA Yönetim Kurulu’nun süreci iyi değerlendiremediğini, taraf olmamayı seçtiğini zannederken, büsbütün UPSD gibi bir kurumla – birazdan değineceğim – yanyana algılandığını düşünmek gerekiyor. AICA homojen bir kitle değil, monolitik düşüncelere de sahip değil – Akçura’nın başlattığı imza sürecindeki ilk imzacılar arasında AICA’dan Ali Akay, Beral Madra, Pelin Derviş, Ferhat Özgür ve bu metnin yazarı bulunuyor. Bildiri metinlerinde nominal olmamaları – metinde İstanbul Modern’in ve Bubi’nin adının geçmemesi başlı başına bir fecaattir – da işin cabası. UPSD her zamanki gibi Bedri Baykam’ın kişiliği üzerinden olaya dahil olmuş, sözde yönetim kurulu olarak isimlendirilebilecek bir biçimde basın bildirileri kaleme almıştır. Şu açık ki, UPSD’nin ulusalcı yaklaşımını tasvip etmek olası değil ve metinleri Baykam’ın yazdığını anlamak için, onun yazılarına biraz aşina olmak yeterli. UPSD’nin kendisini aklama sürecinde AICA adını kullanması da pozisyonlarını
sağlama adına net ortada.

27 Aralık’taki İstanbul Modern’deki konuşma sonrasında AtılKunst, Mürüvvet Türkyılmaz, Ceren Oykut, Gözde İlkin ve Güneş Terkol, “Hayal ve Hakikat” sergisindeki çalışmalarını geriye çektiler. Bubi Hayon’un duruşunun “ikircikli” olduğunu belirtirlerken, olayın tam anlamıyla bir “sansür” olduğunun net altını çizdiler – UPSD’yi anlamak zor değil ama, işte AICA’nın bu “netliği” sergileyememesi iyi bir sınav olmadı. İstanbul Modern’in olaya kesinlikle dahil olmaması ve şef küratörü Levent Çalıkoğlu’nun da bu sessizliği sürdürmesi krizi iyi yönetemediklerine ve zan altında kalmalarına neden olmuş durumda. Bundan sonraki süreçte ne gibi bir açıklama yapacaklarını bilemem – ki Levent Çalıkoğlu’da bir AICA üyesi olduğunu belirtelim.

Sonuç olarak, bence, alınması gereken karar Bubi’nin çalışmasının satılmama riski olsa bile yine de gala gecesine alınması ve müzayedeye katılmasıydı. İstanbul Modern’in gala gecesinde sergilenmesi için ürettiği "Oturak" adlı işinin sergilenmesinin sakıncalı bulunması, kelimenin tam anlamıyla sansürün alasıdır. Yapıt açık bir biçimde sansüre uğramıştır. Hayal ve Hakikat Sergisi’nden işlerini çeken sanatçılar ve AICA’nın burada gözden kaçırdığı nokta, Bubi’nin bu yaklaşımı net bir biçimde sansür olarak adlandırması ve imza kampanyası için Hakan Akçura’nın nezdinde imza atanlara teşekkür etmesidir. Sonuca bağlamak gerekirse – ki bu ertelenen bir “geçici” sonuçtur – bu tartışmanın, güncel sanatta yarattığı kırılmanın verimli bir kanala akacağı muhakkak. Öncelikle dernekler bir özeleştiri sürecine girecekler – UPSD’den bunu beklemek mümkün değil -, sanatçılar ve küratörler kurumlar ile olan ilişkilerini gözden geçirecek ve son olarak zaten sayıları adam akıllı az olan eleştirmenler de hızlı karar alma ve uygulama noktasındaki zamanlama hataları için bir ders almış olacaklar. Kinik tavır sergileyenler içinse verimli bir gelişme yok, politik-miş gibi davranmaya ve piyasaya entegre davranmaya devam edecekler, sanat tarihinin onları asla bir “öncü” olarak anmayacağını bilmeden.

(31 Ocak 2011 tarihli Birgün Gazetesi'nde yayınlanmıştır.)




21 Aralık 2011 Çarşamba

Programlanmış Kinetik Heykeller İzleyiciye Ne Anlatır?





Programlanmış Kinetik Heykeller İzleyiciye Ne Anlatır?
Selçuk Artut’un “Sonsuza” Sergisi Üzerine

Fırat Arapoğlu


Doğada hareketin olası durumlarını görünür kılma adına, modern zamanlar için makine ve teknolojinin bir tür olumlanmasını yansıtan, ama günümüz için daha ziyade “oyun” ve “görüntünün doğası” gibi konseptler üzerinden tanımlanan kinetik heykel
uygulamaları, bu kez CDA – Projects’te Selçuk Artut’un “Sonsuza” başlıklı solo sergisinde karşımıza çıkmakta ve sergide yer alan dokuz adet kinetik programlanmış heykel, çok çeşitli kavramları sorgulamaya açmakta.


Kinetik uygulamalar “heykelin” aktüel, “an”lık canlılığı içerisinde hem bir “sürecin” parçası olma durumunu hem de, minimal düzeylerde ele alınsa da, sosyal ve politik bir konumlanmayı vurgulama olasılığına sahip. Bu noktada Artut’un çalışmaları, bu mirasın izlerini üzerinde taşımakla birlikte, bağlam içerisine “günlük yaşam” pratiklerini de dahil etmekte mi? Ya da minimal stilin varlığı, temanın kendisini ele vermede fazlasıyla ketum olarak algılanmasına mı yol açıyor?

“YENİ” MEDYA…

Sanatçının “Sonsuza Yapışık”, “Sonsuza Bahar”, “Sonsuza Beraber”, Sonsuza Karşı, Sonsuza Moment, Sonsuza Genç isimli, dairesel döngüler içerisinde spesifik bir fiziksel durumdan hareketle kavramsallaştırılan çalışmaları, izleyenleri tikel durumlardan sosyal ya da sosyo-psikolojik tümelliklere vardırmakta. Ama çalışmalarda herhangi bir sınıf, cinsiyet, etnisite vb. okumaya dair bir metaforun olmaması izleyiciyi iki noktada yorum yapma olasılığına sevk etmekte: a) Sınıfsal geçişlerin kaygan bir zeminde yürüdüğü bir süreçte homojen bir sınıf kavramının varolmadığının kabulüyle birlikte post-modern bir yorumla karşı karşıyayız b) Ya da hareket eden kürelerin üzerinde, herhangi bir işaretin “kasıtlı” olarak belirtilmemesi noktasında, bu durum izleyiciyi Umberto Eco’nun “açık yapıt” kavramı üzerinden geliştirilmesi amaçlanan bir okumaya doğru yöneltmekte.

“Sonsuza A – B” çalışması, iki nokta arasındaki doğrusal hareketi verirken, yer yer izleyene hız problemlerine dair bir mizahı anımsatmıyor değil; “Sonsuza Düzenlenmiş Kaos” çalışmasında ise, evrenin daimi bir akış halinde olduğundan hareketle Artut’un Herakletios’tan – “Herşey akar” - , Fütürizm’e- Henri Bergson - ve oradan Fluxus’a referanslar taşıdığı gayet açık. Bu daimi akışın kavranması, aslında sanat işlerinin kategorize edilememe iddiasının bir ön-savunması olarak görülebilir.

Etkileşim Aracılığıyla İzleyiciyi Katılımcıya Dönüştürme
Selçuk Artut’un, Joe Jones’un enstrümanlara bağladığı küçük motorlarla interaktif bir etkiyi
sağladığı çalışmalarına yakın bir mantıkta kurguladığı “Sonsuza Anlamsız” heykelini sona bırakmamın nedeni, diğerlerine oranla içerisinde taşıdığı “deneyim” durumundan dolayı. İşi alımlayan izleyicinin “işi” tamamlamak için aktive etmesi gereken bir durumu imleyen çalışma, bu haliyle diğer işlerin kinetikliğinden “etkileşimli” olması bağlamında ayrılmakta ve izleyiciyi aktif bir “katılımcıya” dönüştürerek, Fluxus düşüncesine yakınlaşmakta. Bu çalışmada rahatlıkla, Artut’un sergi kitabının tamamında vurgulamaya çalıştığı mantıksallık içerisinde, “heykel” ve “felsefenin” iç içe geçtiğini ileri sürebilmek olası.

Zen Budizm’in John Cage’in varlığında cisimleşmesi ve dünyanın bu izlekte daimi bir akışkanlık ve değişim içerisinde olduğunun kavranması, Jean Tinguely’nin kinetik yapıtlarında sistemin iskeletini tercihen seyirciye göstermesi, ama Artut’un bunun tam tersi biçimde çalışma yapısını saklaması; öte yandan devreye bir şekilde Nam June Paik’in de girmesi… Bu dizge, Artut’un çalışmalarında sanat tarihsel bağlamda süregelen düşünsel ve tarihsel öncülleri açıklıyor. Zira, Artut’un Replikas grubunun bas gitaristi olmasının da deneysel müzik bağlamında onu, özellikle,
Cage ve Fluxus’a bağladığını görmek mümkün. Öte yandan bu çalışmaların Huizinga’nın “Homo Ludens”ine bağlanmaması için de hiçbir sebep yok, zira kendisinin katalogda bahsettiği gibi – bu katalogun basımının yetkinliği ve kalitesi ile ilgili CDA Projects’i kutlamalıyım – 8 aylık oğlu Kaya’nın kahkahaları en azından benim kulaklarıma kadar geldi. Hız, mekanik, modernizm/post-modernizm, kaos, oyun, etkileşim vs kavramların sorgulandığı “Sonsuza” sergisi 31 Aralık’a kadar CDA – Projects’te (212 251 12 14).
(14 Aralık tarihli Birgün Gazetesi'nde yayınlanmıştır).