31 Aralık 2011 Cumartesi

Güncel Sanatta Gündem: Sansür




Güncel
Sanatta Gündem: Sansür


Fırat ARAPOĞLU


Sanatçılar, küratörler, eleştirmenler ve sanat tarihçilerinin belki de uzun zamandan sonra ilk kez bir olay etrafında kinik bir tavır sergilemedikleri, görüşlerini ifade ettikleri ve saflarını belirginleştirdikleri bir süreçteyiz. İstanbul Modern’in eğitim atölyelerini desteklemek üzere bazı sanatçılardan yapıt istemesi ve 10 Aralık’taki galada Bubi’nin “Oturak” isimli yapıtını sergilememe kararı alması; Leyla Gediz’in yapıtlarını İstanbul Modern’den çekme kararını açıkladığı basın açıklamasında belirttiği üzere, müzenin “bağış günlerinde ne tip eserlerin “rahat satıldığına” istinaden bir “örnek eser listesi” yollaması, bu süreci etkiledi ve güncel sanat dünyasındaki birçok ismin de şoke olmasına neden oldu.


Genel olarak bakıldığında ortada altı farklı grubun gözüktüğü görülüyor: a) AICA - Türkiye (Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği) b) UPSD (Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği) c) Hakan Akçura’nın öncülüğünde yazılan “sansür” metnine imza atanlar (ki aralarında bulunmaktayım) d) Mürüvvet Türkyılmaz, Ceren Oykut, Neriman Polat, AtılKunst’un aralarında
bulunduğu, olayı yine “sansür” olarak isimlendiren, ama Akçura’nın metnine katılmayan bir sanatçı grubu e) Tüm bu sürece dair hiçbir örgütlenmeye gitmeyen ve olaya katılmayan sanatçılar f) Bu olaya girmeye çekinenler – gölgesinden korkanlar - ya da hiçbir fikri olmayan sanatçı müsveddeleri.


Sansür kavramı, “demokrasi” kavramı gibi problemli ve rahatlıkla manipüle edilebilen bir kavram – ki bunun da izdüşümleri günlük yaşamda fazlasıyla hissedilmekte. Bir yayının ya da yapıtın “iktidarca” denetlenmesi ve gösterimine izin verilmemesi olarak tanımlanan sansürün işte bu bağlamda sanatçılar, sanat dernekleri, müzeler gibi kurumlar ve eleştirmenleri bir tartışma ortamına getirdiği muhakkak. Bu noktada basın bildirileri birbirini takip etti ve ortaya tam anlamıyla bir kaosun çıkmasına neden oldu ki; ben bu kaosun verimli bir sürece ön ayak olacağını ummaktayım. Peki, Bubi ve İstanbul Modern arasında yaşanan bu süreçte şu an
elimizde olanlar neler?

Öncelikle benim de üyesi olduğum dernek olarak AICA Yönetim Kurulu’nun süreci iyi değerlendiremediğini, taraf olmamayı seçtiğini zannederken, büsbütün UPSD gibi bir kurumla – birazdan değineceğim – yanyana algılandığını düşünmek gerekiyor. AICA homojen bir kitle değil, monolitik düşüncelere de sahip değil – Akçura’nın başlattığı imza sürecindeki ilk imzacılar arasında AICA’dan Ali Akay, Beral Madra, Pelin Derviş, Ferhat Özgür ve bu metnin yazarı bulunuyor. Bildiri metinlerinde nominal olmamaları – metinde İstanbul Modern’in ve Bubi’nin adının geçmemesi başlı başına bir fecaattir – da işin cabası. UPSD her zamanki gibi Bedri Baykam’ın kişiliği üzerinden olaya dahil olmuş, sözde yönetim kurulu olarak isimlendirilebilecek bir biçimde basın bildirileri kaleme almıştır. Şu açık ki, UPSD’nin ulusalcı yaklaşımını tasvip etmek olası değil ve metinleri Baykam’ın yazdığını anlamak için, onun yazılarına biraz aşina olmak yeterli. UPSD’nin kendisini aklama sürecinde AICA adını kullanması da pozisyonlarını
sağlama adına net ortada.

27 Aralık’taki İstanbul Modern’deki konuşma sonrasında AtılKunst, Mürüvvet Türkyılmaz, Ceren Oykut, Gözde İlkin ve Güneş Terkol, “Hayal ve Hakikat” sergisindeki çalışmalarını geriye çektiler. Bubi Hayon’un duruşunun “ikircikli” olduğunu belirtirlerken, olayın tam anlamıyla bir “sansür” olduğunun net altını çizdiler – UPSD’yi anlamak zor değil ama, işte AICA’nın bu “netliği” sergileyememesi iyi bir sınav olmadı. İstanbul Modern’in olaya kesinlikle dahil olmaması ve şef küratörü Levent Çalıkoğlu’nun da bu sessizliği sürdürmesi krizi iyi yönetemediklerine ve zan altında kalmalarına neden olmuş durumda. Bundan sonraki süreçte ne gibi bir açıklama yapacaklarını bilemem – ki Levent Çalıkoğlu’da bir AICA üyesi olduğunu belirtelim.

Sonuç olarak, bence, alınması gereken karar Bubi’nin çalışmasının satılmama riski olsa bile yine de gala gecesine alınması ve müzayedeye katılmasıydı. İstanbul Modern’in gala gecesinde sergilenmesi için ürettiği "Oturak" adlı işinin sergilenmesinin sakıncalı bulunması, kelimenin tam anlamıyla sansürün alasıdır. Yapıt açık bir biçimde sansüre uğramıştır. Hayal ve Hakikat Sergisi’nden işlerini çeken sanatçılar ve AICA’nın burada gözden kaçırdığı nokta, Bubi’nin bu yaklaşımı net bir biçimde sansür olarak adlandırması ve imza kampanyası için Hakan Akçura’nın nezdinde imza atanlara teşekkür etmesidir. Sonuca bağlamak gerekirse – ki bu ertelenen bir “geçici” sonuçtur – bu tartışmanın, güncel sanatta yarattığı kırılmanın verimli bir kanala akacağı muhakkak. Öncelikle dernekler bir özeleştiri sürecine girecekler – UPSD’den bunu beklemek mümkün değil -, sanatçılar ve küratörler kurumlar ile olan ilişkilerini gözden geçirecek ve son olarak zaten sayıları adam akıllı az olan eleştirmenler de hızlı karar alma ve uygulama noktasındaki zamanlama hataları için bir ders almış olacaklar. Kinik tavır sergileyenler içinse verimli bir gelişme yok, politik-miş gibi davranmaya ve piyasaya entegre davranmaya devam edecekler, sanat tarihinin onları asla bir “öncü” olarak anmayacağını bilmeden.

(31 Ocak 2011 tarihli Birgün Gazetesi'nde yayınlanmıştır.)




21 Aralık 2011 Çarşamba

Programlanmış Kinetik Heykeller İzleyiciye Ne Anlatır?





Programlanmış Kinetik Heykeller İzleyiciye Ne Anlatır?
Selçuk Artut’un “Sonsuza” Sergisi Üzerine

Fırat Arapoğlu


Doğada hareketin olası durumlarını görünür kılma adına, modern zamanlar için makine ve teknolojinin bir tür olumlanmasını yansıtan, ama günümüz için daha ziyade “oyun” ve “görüntünün doğası” gibi konseptler üzerinden tanımlanan kinetik heykel
uygulamaları, bu kez CDA – Projects’te Selçuk Artut’un “Sonsuza” başlıklı solo sergisinde karşımıza çıkmakta ve sergide yer alan dokuz adet kinetik programlanmış heykel, çok çeşitli kavramları sorgulamaya açmakta.


Kinetik uygulamalar “heykelin” aktüel, “an”lık canlılığı içerisinde hem bir “sürecin” parçası olma durumunu hem de, minimal düzeylerde ele alınsa da, sosyal ve politik bir konumlanmayı vurgulama olasılığına sahip. Bu noktada Artut’un çalışmaları, bu mirasın izlerini üzerinde taşımakla birlikte, bağlam içerisine “günlük yaşam” pratiklerini de dahil etmekte mi? Ya da minimal stilin varlığı, temanın kendisini ele vermede fazlasıyla ketum olarak algılanmasına mı yol açıyor?

“YENİ” MEDYA…

Sanatçının “Sonsuza Yapışık”, “Sonsuza Bahar”, “Sonsuza Beraber”, Sonsuza Karşı, Sonsuza Moment, Sonsuza Genç isimli, dairesel döngüler içerisinde spesifik bir fiziksel durumdan hareketle kavramsallaştırılan çalışmaları, izleyenleri tikel durumlardan sosyal ya da sosyo-psikolojik tümelliklere vardırmakta. Ama çalışmalarda herhangi bir sınıf, cinsiyet, etnisite vb. okumaya dair bir metaforun olmaması izleyiciyi iki noktada yorum yapma olasılığına sevk etmekte: a) Sınıfsal geçişlerin kaygan bir zeminde yürüdüğü bir süreçte homojen bir sınıf kavramının varolmadığının kabulüyle birlikte post-modern bir yorumla karşı karşıyayız b) Ya da hareket eden kürelerin üzerinde, herhangi bir işaretin “kasıtlı” olarak belirtilmemesi noktasında, bu durum izleyiciyi Umberto Eco’nun “açık yapıt” kavramı üzerinden geliştirilmesi amaçlanan bir okumaya doğru yöneltmekte.

“Sonsuza A – B” çalışması, iki nokta arasındaki doğrusal hareketi verirken, yer yer izleyene hız problemlerine dair bir mizahı anımsatmıyor değil; “Sonsuza Düzenlenmiş Kaos” çalışmasında ise, evrenin daimi bir akış halinde olduğundan hareketle Artut’un Herakletios’tan – “Herşey akar” - , Fütürizm’e- Henri Bergson - ve oradan Fluxus’a referanslar taşıdığı gayet açık. Bu daimi akışın kavranması, aslında sanat işlerinin kategorize edilememe iddiasının bir ön-savunması olarak görülebilir.

Etkileşim Aracılığıyla İzleyiciyi Katılımcıya Dönüştürme
Selçuk Artut’un, Joe Jones’un enstrümanlara bağladığı küçük motorlarla interaktif bir etkiyi
sağladığı çalışmalarına yakın bir mantıkta kurguladığı “Sonsuza Anlamsız” heykelini sona bırakmamın nedeni, diğerlerine oranla içerisinde taşıdığı “deneyim” durumundan dolayı. İşi alımlayan izleyicinin “işi” tamamlamak için aktive etmesi gereken bir durumu imleyen çalışma, bu haliyle diğer işlerin kinetikliğinden “etkileşimli” olması bağlamında ayrılmakta ve izleyiciyi aktif bir “katılımcıya” dönüştürerek, Fluxus düşüncesine yakınlaşmakta. Bu çalışmada rahatlıkla, Artut’un sergi kitabının tamamında vurgulamaya çalıştığı mantıksallık içerisinde, “heykel” ve “felsefenin” iç içe geçtiğini ileri sürebilmek olası.

Zen Budizm’in John Cage’in varlığında cisimleşmesi ve dünyanın bu izlekte daimi bir akışkanlık ve değişim içerisinde olduğunun kavranması, Jean Tinguely’nin kinetik yapıtlarında sistemin iskeletini tercihen seyirciye göstermesi, ama Artut’un bunun tam tersi biçimde çalışma yapısını saklaması; öte yandan devreye bir şekilde Nam June Paik’in de girmesi… Bu dizge, Artut’un çalışmalarında sanat tarihsel bağlamda süregelen düşünsel ve tarihsel öncülleri açıklıyor. Zira, Artut’un Replikas grubunun bas gitaristi olmasının da deneysel müzik bağlamında onu, özellikle,
Cage ve Fluxus’a bağladığını görmek mümkün. Öte yandan bu çalışmaların Huizinga’nın “Homo Ludens”ine bağlanmaması için de hiçbir sebep yok, zira kendisinin katalogda bahsettiği gibi – bu katalogun basımının yetkinliği ve kalitesi ile ilgili CDA Projects’i kutlamalıyım – 8 aylık oğlu Kaya’nın kahkahaları en azından benim kulaklarıma kadar geldi. Hız, mekanik, modernizm/post-modernizm, kaos, oyun, etkileşim vs kavramların sorgulandığı “Sonsuza” sergisi 31 Aralık’a kadar CDA – Projects’te (212 251 12 14).
(14 Aralık tarihli Birgün Gazetesi'nde yayınlanmıştır).

10 Ekim 2011 Pazartesi

54. Venedik Bienali Üzerine Ertelenmiş Yazılar I


54. Venedik Bienali Üzerine Ertelenmiş Yazılar I


Fırat ARAPOĞLU


Bienallerin ömrü sona mı eriyor acaba ve Baudrillard’ın yazdığı gibi sanat çoktan çekip gittiği, halde yok oluyormuş gibi yapmayı mı sürdürüyor? Venedik Bienali alanlarından Giardini’deki tuvaletlerden birisindeki duvar yazısında “Art should be about fucking, not masturbating” (Sanat s.işmekle alakalı olmalı, mastürbasyonla değil) yazarken, acaba haklı olduğu yerler var mı?


Bu ve buna benzer düşüncelerle Gairdini’den içeri girdiğinizde, bazı ülke pavyonları ekseninde ana mekanın girişinde sizi Josh Smith’in Iluminations yazısı karşılıyor. İçtenlik ve ironinin iç içe geçtiği bu çalışmaya yaklaşırken sizi ulusallık, din ve tarihin bir kurgulama olduğunu vererek, onların simgelerini boşaltan Latifa Echakhch’ın boş bayrak direklerinden geçiyorsunuz. Bu çalışma kanımca bienalin en vurucu işlerinden.


Giardini bahçesi girişindeki pavyonlardan en dikkat çekeni İspanyol pavyonu denilebilir rahatlıkla. Dora Garcia’nın “Lo inadecuado” (yetersiz, eksik) çalışması işgal etme mantığı üzerinden sergi düşüncesini yer değiştirmeye uğratıyor; kapıda size yakınlaşan ve anlamadığınız bir dilde size konuşarak dilenen bir genç siz anlamsızca bakıp, uzaklaşırken birden haykırarak içerde hazırlanan ve üzerinde inadecuado yazan platform üzerinde koşmaya başlıyor. Bu etkileyici çalışmanın referanslar arasında elbette John Gay’in “Beggar’s Opera”sı var. Etkileyici yerleştirmesiyle Hollanda pavyonundaki 8 sanatçının kolektif işleri de önemli. Opera Aperta/Loose Work temalı yerleştirme özellikle ayna ve yansıma kullanımı ile daha girişten itibaren izleyiciyi içine çekiyor.


The United States of America


Amerika Birleşik Devletleri pavyonu, kendi kendisinin ironisini yapma, itiraf ve ifşa kültürüne sahip bir sistemin sunumu noktasında dört dörtlük. Tabii bunun yanında hayallerinizin uçsuz bucaksız olabilmesi noktasında “bütçe” konusunun önemi de açık. Jennifer Allora & Guilermo Calzadilla’nın yer aldığı pavyonda neler yok ki; Indianapolis Museum of Art’ın sunumunda ters çevrilmiş bir tank üzerinde belirli aralıklarla tankın sağ paleti üzerinde koşan performansçılar, bir solaryum cihazı içerisinde bronz döküm bir özgürlük anıtı ve devasa bir kilise organ biçiminde tasarımlanan bir ATM (Sırasıyla Track and Field, Armed Freedom ve the Algorithm). Tüm bunların ışığında özellikle tankın çalışma anlarında, tüm dikkatleri gürültüsüyle kendisine çekiyor Track and Field.


Diğer önemli bir sunumu Fransız pavyonundaki Christian Boltanski. Sanatçının bir matbaa basım makinesi şeridi biçiminde tasarlanan dizge içerisinde çalışma ağları, belirli aralıklarla verilen vardiya zilleri modernitenin bant üretimiyle dijitalize olan üretim çıktıları arasındaki bağları işaret etmesi açısından oldukça önemli. Bunun dışında Güney Kore Pavyonu’nda Nam June Paik, Joseph Beuys, Marcel Duchamp ve John Cage’e bir atıf olarak tasarlanan çiçekli askeri kıyafetler, Lee Yongbaek’in ustalıklı bir tasarımını işaret ediyor, tabii Nam June Paik, Shigeko Kubota gibi öncü sanatçıların mirasının izlerini taşıyarak; bunun aksine 1960’ların Ongaku gibi devrimci gruplarına sahne olmuş Japonya Çağdaş Sanatı’nın artık “ileri teknoloji ürünü bir dekorasyon malzemesine” dönüşmesi bir o kadar anlamsız bir sürece işaret veriyor. Tabaimo’nun teleco-soup’u etkileyici mi? Evet, ama o kadar.


Bunların dışında Venedik Pavyonu’ndaki Mariverticali (Fabrizio Plessi) çalışmasında gondollar içerisine yerleştirilen ve düşey olarak akan suyu gösteren yerleştirme, hem prodüksiyon hem de etkileyicilik açısından göze çarptı, Romanya Pavyonu’nun sol vurgularla oynadığı anarşist rol, Venedik Bienali’ndeki yeri – kendileri bunu ironize etse de – sorgulamaya açık.


Tüm bunların haricinde tüm Giardini’yi bir kısa yazıda değerlendirmek çok zor. Akıllarda kalan işler Maurizio Cattelan, Philippe Pareno, Jacopo Robusti – Tintoretto (bienale dahil bir usta düşüncesi ustaca geldi bana açıkçası), Cindy Sherman, Sigmar Polke, Llyn Foulkes. Arsenale izlenimlerini bir sonraki yazıya bırakalım.


(11 Eylül 2011 tarihli Birgün Gazetesi'nde yayınlandı).

23 Eylül 2011 Cuma

Performance Days / Berlin und Istanbul Tell Me













“Performance Days / Berlin und Istanbul Tell Me”


Mica Moca Project Berlin hosts performance days curated by Firat
Arapoğlu “Performance Days / Berlin und İstanbul Tell Me” between September 23rd –
September 24th, 2011

Fırat Arapoğlu
Insel Inal

The “Berlin und İstanbul: Tell Me” event which follows suit same points between the theory
of prosthetic memory and random access memory (RAM) is aimed to construct a platform in
which the communications will be questioned in the model of powers, capitalist production
and consumption were builded. The event incarnated in the bodies – and with “bodies” -
through the performance days is aimed also to create an experience will be composed Fırat
Arapoğlu and İnsel İnal from İstanbul and 3 performance artists from
Berlin in the shape of defining the lack of dialog pointing out a prosthetic memory.

The basic motto of event can also be shown as “Not What You See”. The prejudices have
been constructed and embedded in RAM to date may be turned out. Therefore all the
performances will be edited in an interactive way with audiences – participants – and so it
will be aimed a total participation.

RAM, Prosthetic Memory and to turn out the perception constructed in the society and its
using. The inquiries like this will betray the “realities” that manipulated in culture, art and
politics at the same time. Therefore many conceptions desired to throw away in the depth of
history and to be forgotten may be discovered with one-to-one interaction. This is an effort to
ask “new” questions instead of finding answers. Then İstanbul und Berlin can tell each other
this through this event: Tell Me!

Curator: Firat Arapoglu

Participants:

Fırat Arapoğlu

İnsel İnal


Performances will be participatory or interactive projects:

İnsel İnal

Tell me a Message

30 Minutes

The performance to be realized by İnsel İnal together with the audience in an interactive way
investigates the feeling of the one outside itself, i.e. “the other” by touching upon the body
and the issue of exchanging of the power in art. The power in art is being re-fictionalized by
means of dichotomies of active and passive.

In artistic presentations the artist provides services. But this performance will invert this case
of providing services itself. The audience will be paid in an interactive manner due to making
massage to the artist and the artist will relax. Maybe the art will be useful in this way.

http://inselinal.blogspot.com/

The Judgment of Paris Performance 1964 (by permission of Ken Friedman)

60 minutes

The performer will present three images as an installation. Beneath each image is a shelf or
platform. Each viewer may choose the image he judges most beautiful. A golden apple is
placed beneath the chosen image. The total selections will be recorded at the end and thw
winner will be announced.

http://firatarapoglu.blogspot.com/



Performace Orders:

1) September 23rd, at 21:00 – 22:30
İnsel İnal, “Tell me a Message”
2) September 24th, at 21:00 – 22:30
Fırat Arapoğlu, “The Judgement of Paris”

Contact

Mica Moca project berlin e.V.
Lindower Strasse 22
13347 Berlin

projectberlin@micamoca.com
www.micamoca.com

15 Temmuz 2011 Cuma

İfşa Etmek İkna Etmek

İfşa Etmek İkna Etmek

Fırat ARAPOĞLU

Uzun bir süreden sonra tekrar merhaba. Açılışından bu yana kaleme almak istediğim Ayşegül Sönmez’in seçkisini yaptığı “Teşhiri İkna/2” sergisini, araya ailevi bir vefat konusu girince ertelemek zorunda kalmıştım. Ayın 16’sına kadar sürecek olan sergi ile ilgili olarak düşüncelerimi en azından serginin kapanmasına kısa bir süre kala sizlerle paylaşmak istedim.

Teşhir nedir?.. Göstermek, sergilemek, herkese duyurmak. Güncel sanatta oldukça önemli bir konum işgal eden bu olgu, Yeni Orta Sınıf sanatçıların ihtiyaç duyduğu bir piyasa koşullandırması olarak karşımızda durmakta. Sanatçının bilgi ve kültür konusundaki tevazusunun yerini artık günümüzde başarı, kariyer, verimlilik ve para ölçütleri alınca, iyi tüketip, iyi yaşayan iddialı, yetenekli ve dinamik, cüretli, ironik ve cool duruşa sahip sanatçı modellemeleri karşımıza çıkmaya başlamış mıydı?

Kültür emekçisi Ayşegül Sönmez, Artsümer’in ikincisini düzenlediği “Teşhire İkna/2” sergisinin seçkisini üstlendi. Serginin en önemli niteliği, galeriye bağlı olmayan sanatçılara yer vermesi. Bu bağlamda galerinin bu yaklaşımı ve sanat eleştirisinin önemli isimlerinden Ayşegül Sönmez’in projeye seçicilik bağlamında dahil olması bu projeyi çekici kılan unsurlardan.

Teşhir Edilenler

Sergide yer alan isimlere bakıldığında, güncel sanatta kendilerine has konumlar işgal eden isimlerin yer aldığı görülüyor. Erkmen Senan, tarihe ve arkeolojiye olan ilgisi üzerinden çalışmaları ile sergide yer alıyor. Örneğin “Hagios Polyeuktos’ta 2010 Halleri” isimli çalışması, tarihle güncelin iç içe geçtiği bir çalışma olarak, bazilika kalıntıları üzerinde bir restitüsyonu imliyor. Lakin bu tekrar canlandırma görüntüsünün içinde kalıntılarda hacet edenlerden tutun da, tinerci yatağı olmasına kadar birçok çarpık kentleşme görünümünü tespit etmek de mümkün. Sahnenin solundaki Bizans saray figürleri ve bizzat Hagios Pelyeuktos’un kendisi de bu durumu espas içerisinde izliyor.

Hale Cumur’un sürreel yaklaşımı “Ehil Deliremezsen Beliremezsin” başlığıyla Salvador Dali’ye birçok göndermenin yer aldığı bir iş olarak tespit edilebiliyor ve içinde mitolojiden ve bilinçaltından birçok öğeyi barındırıyor. Bruce Lee’ye atfettiği sayfaları da fantezi dünyası ile ilgili ipuçları vermekte. Ahmet Doğu İpek’in “Yığın” eskizleri, Doğu kültürünün isimsizliğinden tutun da, günümüz politik ortamında sıklıkla tartışmaya açılan “yığınların seçimi”, “sürü psikolojisi” gibi konulara güncel referanslar veriyor; ayrıca sanatçının çizgi yeteneğini da gayet net gözler önünde.

Cem Yardımcı’nın “Mekan Üzerine Deneme”si, kentsel dönüşüm projeleri kapsamında sıklıkla tartışma konusu edilen ve hala da bu tartışmaların dinmediği Demirören AVM üzerindeki konuyu gündemine alıyor. Özellikle üst üste çakıştırılan görüntüler bu dönüşümü netlikle yansıtan bir çalışma. Hülya Bakkal’ın buluntu malzemelerle gerçekleştirdiği kontrüktif yerleştirmesi, bir duvar heykeli olarak serginin soyut özellik üstlenen ender işlerinden ve diğerlerinden ayrılan önemli yanı da bu. Zulal Ertürk’ün çalışmalarında bir ailesel temsil konusu dikkatleri çekerken, Ali İbrahim Öcal, Leyla Gediz gibi isimlerde şahit olunan bu yaklaşım, sanatçının canlı modelden ya da fotoğraftan çalıştığını ve bununla birlikte iç dünyasını bizlere yansıttığını göstermekte.

Proje Üzerine

Bir teşhir çağında bulunduğumuzu söylemek rahatlıkla mümkün. Zaten Ayşegül Sönmez de Hülya Küpçüoğlu’na verdiği Habertürk’teki röportajında “Bırak ikna etmeyi herkes teşhire hazır. Hatta teşhirci. Hızlı, çabuk kavranılan, gelip geçici zevklerle üretilen işler yapıyorlar” derken bu tespiti yapıyor. Yeni sanatçı modelinin başarı ve kariyer planlamasına dayalı olduğunu düşündüğümüzde, görünür olma saplantısının “kaybetmeye” karşı duyulan korkudan ileri geldiğini söyleyebiliriz. İşte bu noktada “Teşhire İkna/2” sergisi bir nevi bu korkunun ironisini de görünür kılmakta. 18 Temmuz’a kadar Artsümer’de izlenebilir (212 252 42 96 begin_of_the_skype_highlighting 212 252 42 96 end_of_the_skype_highlighting).

(15 Temmuz tarihli Birgün Gazetesi'nde yayınlandı.)

25 Haziran 2011 Cumartesi

Scream For Me İstanbul - Iron Maiden'ın Ardından



Scream For Me İstanbul – Iron Maiden’ın Ardından

“Infinite dreams I can’t deny them, infinity is hard to comprehend” (Karşı gelemediğim sonsuz düşler, sonsuzluk kavranması zor). Infinite Dreams isimli 1988 tarihli Iron Maiden parçasının giriş sözleriydi bunlar ve ilk dinlediğim şarkılarıydı. Lise yıllarında başlayan Iron Maiden serüveni, tüm albümlerini hatta single’larını, the First Ten Years Collection serisini, konser kayıtlarını vb. her şeyi alarak ve dinleyerek geçti. Öyle ki bir müzik grubunun fanı olmanın gerektirdiği her şeyi Iron Maiden için yaşamaktaydım, tüm grup üyelerini özgeçmişleri ile beraber nüfus memuru tadında bilmek gibi bir şey bu.

Iron Maiden’ın sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada binlerce izlerkitlesi bulunmakta. Bruce Dickinson’un konser sırasında söylediği gibi her ırktan, dinden, renkten izleyicinin dahil olduğu bir seyirci kitlesi bu. Iron Maiden’ın İstanbul konserindeki setlist’te yer alan Iron Maiden şarkısının sözlerinde olduğu gibi “Iron Maiden’s gonna get you, no matter how far” (Iron Maiden ne kadar uzak olsan da, gelir bulur seni). 1970’lerin ikinci yarısında kurulan, ilk albüm kayıtlarını 1980’de Iron Maiden adıyla çıkararak geniş bir çevreye yayılan grup, Türkiye’deki ilk konserini 1998’de Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu’nda vermişti. Fakat o konserde Bruce Dickinson’un operatik sesini değil de, Blaze Bayley’nin tek düze, monoton ama her şeyden önemlisi detone ve kısılan sesini dinlemek zorunda kalmıştık. Kendi mecrasında Wolfsbane grubu ile iyi işlere imza atan Bayley’nin Iron Maiden fanları içerisinde kabul görmesi imkansızdı. Hele hele Bruce Dickinson gibi operadan rap müziğe, balad’lardan hard rock’a kadar geniş bir skalada iş üretebilen ses rengine sahip bir ismin ardından bir gruba dahil olmak da o kadar değil. Belki o zamanlar Helloween’in Michael Kiske’si gibi bir isim bunun altından kalkabilirdi, ama Kiske de grubun evrensel yapısına uygun görülmemişti.

Konserden İzlenimler
Mastodon, In Flames, Alice Cooper ve Slipknot izlenimlerini başka yazarlara bırakıp, çok daha iyi takip ettiğim bir grup olarak, konserin headliner’ı Iron Maiden üzerinden devam edeceğim. Gruptan 1990’ların sonunda ayrılarak kendi projelerine yönelen Adrian Smith ve Bruce Dickinson’un dönmesi ile birlikte Iron Maiden mahşerin 6 atlısı biçiminde karşımızdaydı artık. Dickinson ve Smith’e ek olarak grubun efsanevi bas gitaristi ve kurucusu Steve Harris, Dave Murray, Nicko McBrain ve Janick Gers ile bu kadro tamamlanıyor. Grubun Fear of The Dark albümün ardından Bruce Dickinson’ın ayrılması sonrasında, Blaze Bayley ile yapılan albümlerde Steve Harris’in grup üzerindeki kesin hakimiyeti oldukça belirgindi – Parçalardaki uzun bas sololarını hatırlarsanız. Dickinson’un dönüşü sonrasındaysa the Wicker Man, El Dorado, Blood Brothers gibi besteler geldi. Fakat görünen şu ki, Maiden beste yapma yeteneğini çok kaybetmemiş görünse de, her müzisyenin başına geldiği gibi sonbahar dönemini yaşamakta. Sahne performansına gelince, Maiden bu performans rekorunu hala kimseye bırakma niyetinde değil, yorgunluktan ya da alkolden sesi çıkmayan vokaller, yanlış notalar basan gitaristler, ritim kaçıran bas gitarist ya da davulcuları aklınıza getirdiğinizde, Iron Maiden hala hatasız çalıyor ve oradan oraya sahnede koşturarak seyircinin nabzını son ana kadar yukarıda tutmayı beceriyor.
Açılışı Satellite 15…The Final Frontier ile yapan grup, El Dorado, 2 Minutes to Midnight, the Talisman, Coming Home ve Dance of Death ile konsere devam etti. Ardından İngiliz bayrağı ve kırmızı urbalarıyla sahneye fırlayan Bruce Dickinson ile birlikte The Trooper parçasıyla konser sürdü. The Wickerman ile gaz kesilmezken, Blood Brothers’ın girişinde “Irak, İran, Suriye her yerde Iron Maiden fan’ları var, Maiden her dilden, dinden, ırktan insana ulaşır” diyerek Dickinson’ın retoriğini ve bu arada sahneden görebildiği beleşçilere olan takılmasını dinledik. When the Wild Wind Blows’un ardından tüm zamanların efsanevi heavy metal parçalarından Fear Of the Dark hep bir ağızdan söylendi ve bu kısım Iron Maiden’ın kendi adını taşıyan parçası ile bitti. Bis ardından The Number of The Beast ve Hallowed Be Thy Name klasiğiyle devam eden konser, 31 yıl öncesine ilk albüme dönerek Running Free ile sona erdi.
Metal Hammer’ın son sayısında Bruce Dickinson şu demeci vermişti: “I got into trouble for saying that we’re better than Metallica…and, it’s true!” (Bunu söyleyerek başımı belaya sokacağım; Metallica’dan daha iyiyiz ve bu doğru). Bunu hatırlatmasına çok gerek var mıydı bilmiyorum ama, Sonisphere İstanbul 2011’deki 15 bin kişiyi görünce sanırım demecinin doğruluğunu bir kez daha test etme imkanı bulmuştur. Gelecek yıllara iki katı büyük bir mekanın gerekliliğini vurgulamasını unutmadan, organizasyondaki diğer sıkıntıları şimdilik unutmak gerek, kulaklarımda hala Iron Maiden parçaları varken. Up the Irons!


Fırat Arapoğlu

(23 Haziran 2011 tarihinde Eleştirel Kültür Online Dergi'de yayınlandı.)

17 Haziran 2011 Cuma

İki Sergi Bir Bilanço: Kent ve Kadın



İki Sergi Bir Bilanço: Kent ve Kadın


Fırat ARAPOĞLU


Kent yaşamı, soylulaştırma projeleri, yıkım gibi konular güncel sanatın son yıllarda sıklıkla ele aldığı konuların başında geliyor; ki bazen imge doygunluğu yarattıkları bile söylenebilir. Öte yandan kadın kimliği ve/veya erkek-egemen bakışın eleştirisi de farklı bir kanal olarak yine sanatta içerik olarak kullanılmaya devam etmekte. Kente dair bütüncül mecralardan parçalı enstalasyonlara, manzaralardan dokümanter içeriklere kadar değişen kent sunumları ve kadın kimliğinin grafiti ve karikatür estetiğine dayalı olarak sunumu noktasında son dönemde açılan iki sergi dikkatleri çekiyor.


Farklı Bir Proje Olarak Yumuşak Şehir


Jonathan Raban’ın “Yumuşak Şehir” konsepti üzerinden hareket eden Nihan Çetinkaya’nın küratörlüğünü üstlendiği Alanistanbul’daki “Yumuşak Şehir” sergisi, 21 sanatçının katılımıyla çok-sesli ve çok-mekanlı bir platformda kurgulanan bir etkinlik olarak nefes aldıran bir yapıya sahip.


Sergi, kentin ulus-devlet söylemleri içerisinde bir tektipleştirme mekanı olarak değil de, merkezsizleşmenin, her tür etnik, dinsel, dilsel ya da cinsiyetsel farklılığın yaşamda yer alması ile kodların değiştiği bir yapının izdüşümlerini görünür kılmakta. Projenin kapalı ve açık alan olarak ikili sunumunun, kent yaşamının sanatın içerisine dahil edilerek sanat – hayat arasındaki çizginin flulaştırılması açısından oldukça etkili bir yöntemi kullandığı tespit edilebilir. Yeşim Akdeniz Graf’ın çalışmasının Tophane’de Depo’nun karşısındaki kahvede konumlandırılması, Sevil Tunaboylu’nun Tatar Beyi Caddesi üzerindeki sadece ön cephesi ayakta kalan bir binanın altı adet pencere boşluğuna yerleştirdiği eller ve ayaklar, yaşama inen ya da diğer bir deyişle giren sanat sunumları olarak projede dikkat çeken işler arasında.


Alanistanbul’da yer alan sergide dikkat çeken çalışmalar arasındaysa Nalan Yırtmaç’ın soylulaştırma projeleri kapsamında kent merkezinden merkez-dışı alanlara sürülmek istenen halkın yaşayacağı binalar üzerinden yaptığı toplumsal ayrış(tır)ma politikalarının eleştirisi, Pınar Öğrenci’nin Galata ve Boğazkesen Caddesi’ndeki dükkanların kartvizitlerinden oluşturduğu çalışmaları – ki Galata’ya ait olan kartvizitler kulenin formu verilerek oluşturulmuş durumda -, Neriman Polat’ın Manzara Perspectives’in galeri mekanına kurduğu Özdönüşüm Emlak yerleştirmesi. Neriman Polat’ın kurduğu emlakçıya fiyat sormaya gelenlerin olması, akıllara Vahit Tuna’nın Depo’daki kişisel sergisinde mekanın dış duvarına astığı SATILIK yazısına binaen binaya talip olanları getiriyor.


Projenin sergi katalogu başlı başına bir mecra olarak ayrı bir sergi biçiminde tasarlanıyor. Sanatçıların her birinin kendi sayfa tasarımlarını yapacakları katalogda ayrıca kent ve mimari üzerine alanında uzman isimlerin yazılarının yer alacağını da hatırlatalım. Yumuşak Şehir 18 Haziran’a kadar Alanistanbul’da ve projenin diğer alanlarında izlenebilir (0212 2920414).


Tuğba Sönmez’den Ademler ve Havvalar


Tuğba Sönmez geçmiş dönem çalışmalarını da kapsayacak bir biçimde Galeri Binyıl’da “Ademler ve Havvalar” başlığı altında kişisel sergi açtı. Çalışmalarında Jean Michel Basquiat ve Harun Antakyalı imgelerinin etkisi netlikle görülen Sönmez, fragmanter bir sunumdan hareketle amorf yüzler ve bedenleri resmediyor. Bazen jenital bölgeleri çapraz çizimlerle kapatarak erkek bakışı kodlaması ya da penisi bir yılan biçimine sokarak saldırganlığını deşifre etmesi göze çarpan unsurlardan.


Formları ve içerikleri konusunda farklı bir anlamsallığa uzanan Tuğba Sönmez, yakın dönem içerisinde çalışmaları takip edilmesi gereken isimlerden birisi olarak görülebilir. Resimleri Mersin’den İstanbul’a kadın ve erkek kimliklerinin inşası, birinin diğeri olmadan varolamayacağı “ötekilik” konumlanmaları gibi birçok konuda yeni yapıt okumalarına açık. 19 Haziran’a kadar Galeri Binyıl’da gezilebilir (0212 2403445).


(17 Haziran 2011 tarihli Birgün Gazetesi'nde yayınlandı.)




Ukrayna'da Türk mevsimi


Fırat Arapoğlu

Ukrayna'da Türk Mevsimi


Türkiye Sanatı Tarihi’nin özellikle son dönemlerinden itibaren belirli sıklıkta düzenlenen heykel ya da resim sempozyumlarına şahit olunmakta. Hatta Türkiye’de düzenlenen etkinliklerin haricinde artık üniversitelerin ya da çeşitli diğer resmi kurumların yurtdışında da çeşitli organizasyonlara giriştikleri görülebiliyor. Bunun en son örneği Türkiye’den 100’ün üzerinde sanatçının ve Ukrayna Ressamlar Birliği’ne bağlı sanatçıların katıldıkları Odessa Birinci Uluslararası Sanat Sempozyumu’ydu. On günlük bir çalıştay, resim sergisi ve sempozyum bildirileriyle kompleks bir yapıda kurgulanan etkinlik, 15 – 25 Mayıs 2011 tarihleri arasında Ukrayna’nın Odessa şehrinde düzenlendi. İstanbul Kemerburga
Türkiye Sanatı Tarihi’nin özellikle son dönemlerinden itibaren belirli sıklıkta düzenlenen heykel ya da resim sempozyumlarına şahit olunmakta. Hatta Türkiye’de düzenlenen etkinliklerin haricinde artık üniversitelerin ya da çeşitli diğer resmi kurumların yurtdışında da çeşitli organizasyonlara giriştikleri görülebiliyor. Bunun en son örneği Türkiye’den 100’ün üzerinde sanatçının ve Ukrayna Ressamlar Birliği’ne bağlı sanatçıların katıldıkları Odessa Birinci Uluslararası Sanat Sempozyumu’ydu. On günlük bir çalıştay, resim sergisi ve sempozyum bildirileriyle kompleks bir yapıda kurgulanan etkinlik, 15 – 25 Mayıs 2011 tarihleri arasında Ukrayna’nın Odessa şehrinde düzenlendi. İstanbul Kemerburgaz Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi ve Trakya Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde görev yapan akademisyenler ve sanatçılardan oluşturulan kurullarla birlikte gerçekleştirilen organizasyonun temel amacı kültürlerarası bir etkileşim yaratabilmek ve bu bağlamda estetik bir dönüşüme imza atabilmekti.
Sempozyum başkanlığını İstanbul Kemerburgaz Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Bünyamin Özgültekin ve yardımcılığını Anatoly Kravcenko’nun üstlendiği etkinlik kapsamında, Odessa şehrinin Kobleva bölgesinde 10 gün boyunca kalan Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinden sanatçılar ve akademisyenler, konseptin ve tekniğin serbest bırakıldığı bir biçimde yapıtlar ürettiler ve böylece bağımsız bir yaklaşımla Odessa’nın kendilerinde bıraktığı etkileri cisimleştirdiler.


Sempozyum ve Sergi
22 – 23 Mayıs tarihlerinde Odessa Doğu ve Batı Sanatları Müzesi’nde gerçekleştirilen Sanat ve Etkileşim başlıklı sempozyumda ise çeşitli başlıklar altında 50 kadar bildiri sunuldu. Açılış bildirisini “Sanat: Etki Alan ve Etki Veren” başlığı altında Prof. Dr. Ali Akay’ın sunduğu toplantıda sanatçı kimliği, sanat, sanat ve etkileşim gibi genel konulardan sanatta spesifik malzemelerin kullanımı ve yerel sanatlar ve onlara dair çeşitli unsurlara kadar değişen birçok olgu ele alındı.
Çalıştay sonunda ortaya çıkan yapıtlar aynı müzenin sergi salonunda 24 Mayıs’ta kamuoyunun beğenisine sunuldu. Geniş katılımlı, Türkiye ve Ukrayna medyasının takip ettiği sergi, aynı zamanda açılan Pictures of Viennese sergisi ile birlikte farklı bir birliktelik sağladı denilebilir. 100’ün üzerinde Türkiye’den sanatçının ve Ukraynalı sanatçıların işlerini kısa bir yazıda analiz etmek zor. Sergileme alanının kısıtlılığı işlerin çok fazla bir arada olmasına neden olmuştu, fakat etkinliğin temel amacı düşünüldüğünde bu konuyu şimdilik ötelemek gerekiyor. Geniş bir katılım ağının hedeflendiği ve bu bağlamda her kültür, yaş, cinsiyet gruplarından sanatçı ve akademisyenin yer aldığı etkinlikteki nicelik fazlalıklarını her şeye karşın olumlu yönden düşünebilmek de gerekiyor.



Sonuç Yerine…
Etkinlik sonucunda bilim ve sanat alanında tanınan ya da çok görünür olmayan isimlerin estetik üretimleri ve sempozyum bildirileriyle birlikte, akademik ve sanatsal deneyimlerin karşılıklı olarak alımlanabildiği bir platformun yaratıldığı görülebilmekte. Ukrayna ve Türkiye arasında bugüne kadar karşılıklı akademik veya sanatsal iletişimin fazlaca bulunmadığı açıkken, bu tip bir etkinliğin her şeyden önce en önemli yanı her iki kültürün birbirlerini yakından tanıyabilmelerine olanak sağlaması ve sanatçılarla akademisyenlerin bir diyaloga girebilmelerine vesile olabilmesi. Etkinliğe katıldığım 21 Mayıs tarihinden dönüş gününe kadar şahit olduğum diğer bir husus da, bu etkinlikte tanışan ve organizasyonel yapının çeşitli yanlarını birlikte deneyimleyen isimlerin bir arada vakit geçirebilmeleriydi. Bu tip etkinlikler İstanbul odaklı inşa edilen kültür, sanat ve akademi yaşamının çeperini az da olsa kırmaya yarayabiliyor. Eğer ileride bu etkinlik vesilesiyle bir arada olan sanatçılar ve akademisyenler birlikte farklı etkinliklere imza atarlarsa, her tür niteliğine karşın bu tip organizasyonların amacına ulaşmış olduğunu söyleyebilmek fazlasıyla mümkün. En nihayetinde sempozyum kelimesinin kökeni olan “symposion” da beraber içmek anlamına gelmiyor mu?

z Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi ve Trakya Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde görev yapan akademisyenler ve sanatçılardan oluşturulan kurullarla birlikte gerçekleştirilen organizasyonun temel amacı kültürlerarası bir etkileşim yaratabilmek ve bu bağlamda estetik bir dönüşüme imza atabilmekti.
Sempozyum başkanlığını İstanbul Kemerburgaz Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Bünyamin Özgültekin ve yardımcılığını Anatoly Kravcenko’nun üstlendiği etkinlik kapsamında, Odessa şehrinin Kobleva bölgesinde 10 gün boyunca kalan Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinden sanatçılar ve akademisyenler, konseptin ve tekniğin serbest bırakıldığı bir biçimde yapıtlar ürettiler ve böylece bağımsız bir yaklaşımla Odessa’nın kendilerinde bıraktığı etkileri cisimleştirdiler.


Sempozyum ve Sergi
22 – 23 Mayıs tarihlerinde Odessa Doğu ve Batı Sanatları Müzesi’nde gerçekleştirilen Sanat ve Etkileşim başlıklı sempozyumda ise çeşitli başlıklar altında 50 kadar bildiri sunuldu. Açılış bildirisini “Sanat: Etki Alan ve Etki Veren” başlığı altında Prof. Dr. Ali Akay’ın sunduğu toplantıda sanatçı kimliği, sanat, sanat ve etkileşim gibi genel konulardan sanatta spesifik malzemelerin kullanımı ve yerel sanatlar ve onlara dair çeşitli unsurlara kadar değişen birçok olgu ele alındı.
Çalıştay sonunda ortaya çıkan yapıtlar aynı müzenin sergi salonunda 24 Mayıs’ta kamuoyunun beğenisine sunuldu. Geniş katılımlı, Türkiye ve Ukrayna medyasının takip ettiği sergi, aynı zamanda açılan Pictures of Viennese sergisi ile birlikte farklı bir birliktelik sağladı denilebilir. 100’ün üzerinde Türkiye’den sanatçının ve Ukraynalı sanatçıların işlerini kısa bir yazıda analiz etmek zor. Sergileme alanının kısıtlılığı işlerin çok fazla bir arada olmasına neden olmuştu, fakat etkinliğin temel amacı düşünüldüğünde bu konuyu şimdilik ötelemek gerekiyor. Geniş bir katılım ağının hedeflendiği ve bu bağlamda her kültür, yaş, cinsiyet gruplarından sanatçı ve akademisyenin yer aldığı etkinlikteki nicelik fazlalıklarını her şeye karşın olumlu yönden düşünebilmek de gerekiyor.



Sonuç Yerine…
Etkinlik sonucunda bilim ve sanat alanında tanınan ya da çok görünür olmayan isimlerin estetik üretimleri ve sempozyum bildirileriyle birlikte, akademik ve sanatsal deneyimlerin karşılıklı olarak alımlanabildiği bir platformun yaratıldığı görülebilmekte. Ukrayna ve Türkiye arasında bugüne kadar karşılıklı akademik veya sanatsal iletişimin fazlaca bulunmadığı açıkken, bu tip bir etkinliğin her şeyden önce en önemli yanı her iki kültürün birbirlerini yakından tanıyabilmelerine olanak sağlaması ve sanatçılarla akademisyenlerin bir diyaloga girebilmelerine vesile olabilmesi. Etkinliğe katıldığım 21 Mayıs tarihinden dönüş gününe kadar şahit olduğum diğer bir husus da, bu etkinlikte tanışan ve organizasyonel yapının çeşitli yanlarını birlikte deneyimleyen isimlerin bir arada vakit geçirebilmeleriydi. Bu tip etkinlikler İstanbul odaklı inşa edilen kültür, sanat ve akademi yaşamının çeperini az da olsa kırmaya yarayabiliyor. Eğer ileride bu etkinlik vesilesiyle bir arada olan sanatçılar ve akademisyenler birlikte farklı etkinliklere imza atarlarsa, her tür niteliğine karşın bu tip organizasyonların amacına ulaşmış olduğunu söyleyebilmek fazlasıyla mümkün. En nihayetinde sempozyum kelimesinin kökeni olan “symposion” da beraber içmek anlamına gelmiyor mu?

(30 Mayıs 2011 tarihli Eleştirel Kültür Online Ek'te yayınlandı.)


8 Mayıs 2011 Pazar

Macbeth! Ya Sev Ya Terket!



Macbeth! Ya Sev Ya Terket


Fırat Arapoğlu


En güzel kadının Kainat Güzeli unvanını alarak seçildiği an, kızın mutluluktan ağlaması ve seyircilerin coşkulu alkışlarıyla hafızalarda yer edinmiştir. Güncel sanatın daimi Kainat Güzeli, geçen yılki performanslarından birisinde jüri üyeleri ve organizasyon için teşekkür konuşmasına başlamış, ama bu teşekkür çığrından çıkarak yaşamındaki erkeklerin isimlerini saymasıyla devam etmişti. Kargart’da izleme şansı bulduğum Deniz Aygün Benba’nın “Fuat- Ali- Kemal- Harun- Burhan- Mehmet” isimli performansı böylece Türkiye’de protokol sıralarının yarattığı kaosu, anlamsızlığı verirken, izleyiciyi Cumhurbaşkanı’ndan Yüksek Öğrenim Kurumu Başkanı’na kadar geniş bir skalada unvanlar konusunda bilgilendirmekteydi. Tabii bütün bu “erkek” baş-kanların sunumuyla, toplumsal cinsiyet konusu irdelenmekte ve kamusal alanla özel yaşamın çizgileri aşındırılmaktaydı.
Deniz Aygün Benba’nın yarattığı karakter Kainat Güzeli bu kez karşımıza “Macbeth! Ya Sev Ya Terk Et” performansı ve bu performanstan fotoğrafların da yer aldığı bir kişisel sergi ile çıkıyor. Shakespeare’in bir hükümdarın katledilmesi ekseninde gelişen olaylar üzerinden kurguladığı oyununun diğer üç trajedisine göre daha kısa olması, doğal olarak performatif bir sunuma rahat adapte edilmesini sağlamış. Kainat Güzeli’nin Macbeth’i Duncan’ı öldürmesinden alıkoyuyormuş gibi yaparken, seyircinin derece derece kavradığı biçimde aslında sadece kendisini düşünüyor olması, iktidar hırsı kadar çağlar-üstü bir davranış kalıbı olarak “bencilliğin” göstergesini sunuyor. Böylece Lady Macbeth kılığındaki Kainat Güzeli’nin sloganları değer kazanmakta: “Macbeth! Kendini İyi Hisset, Haline Şükret, Bana Yardım Et, Kendine Bir İyilik Et, Go to Your Bed, Ya Sev Ya Terket”
BEDEN ÜZERİNDEN POLİTİKA
Mine Sanat Galerisi’nde gerçekleştirilen ve benim Galata Perform’da izleme şansı bulduğum performansın fotoğraflarını, Ditz Fejer’in objektifinden Mine Sanat Galerisi’nde görebilirsiniz. Bunların yanında, özellikle sanatçının iki önemli çalışması daha var. “Güzellik İftihar Edilecek Şeydir” kolajı, Matmazel Araksi Çetinyan ve Feriha Tevfik arasındaki bir çekişmeye sahne olan Türkiye’nin İlk Güzellik Yarışması üzerinden hikâyeleştirilirken, hem yapılan basın alıntıları hem de görselliği ile yakın dönem tarihine dair kadın bedeni üzerinden yürütülen ulus ve ulusal kimlik politikaları ile yüzleşebilmeye olanak sağlıyor. “Bikini Patlaması” ise, bikinin yaratılış hikâyesini özetliyor. Makine Mühendisi Louis Réard ve Jacques Heim tarafından tasarlanan iki parçalı mayo, adını Amerika Birleşik Devletleri’nin nükleer silah denemelerini yaptığı Pasifik Okyanusu’ndaki Bikini Mercan Adası’ndan alıyor. Réard tasarladığı mayonun sadece bir yaz önce Amerika’nın atom bombasının Japonya’da yarattığı etki kadar geniş bir etkiyi insanlar üzerinde yaratacağına inanmaktaydı. Bu şekliyle de kapitalist hırsın vardığı noktayı, Kainat Güzeli’nin Lady Macbeth’in ihtirası ile birlikte okuyabilirsiniz.
Kainat Güzeli büyük-anlatılar üzerine yaptığı yapı-bozumlar, modernist klişelerin güncelleştirmesi ve yorumlamasıyla her performansında farklı bir tasarım ve sunumla karşımızda. Son performansıyla “Şapşal Macbeth’i, Rahmetli Macbeth”i anmış olduk, bakalım gelecek performansta kimleri yad edeceğiz. Yarına kadar Mine Sanat Galerisi’nde (Tel: 0216 3851203)


(Birgün Gazetesi'nin 29 Nisan tarihli nüshasında yayınlanmıştır.)

17 Nisan 2011 Pazar



Sergi Exhibition


04-17 05 2011

Yeni Anıt, Elif Çelebi, Orhan Cem Çetin, İnsel İnal, Ferhat Özgür Çağrı Saray ve Rıfat Şahiner

Küratör: Fırat Arapoğlu


Please scroll down for English


Rejenerasyon… Bir canlıda gerçekleşen doku kaybı sonrasında, aynı cinsten ve aynı değerden hücrelerin çoğalarak eksilen hücrelerin yerini doldurması. Elbette bu tanımlama şunu da işaret etmekte: Rejeneratif bir süreç, dejeneratif bir sürecin sonucudur. Tıptan bilgisayar yazılımlarına, kentsel dönüşümden ekolojiye ve bilimden teolojiye çok geniş bir yelpazede ele alınan bu konu dahilinde olay şu şekilde gelişir: Önce yapı, bir bozulma ve yıpranma dönemine girer, fakat tam bu anda içindeki bazı negatif unsurları bünyesinden atmaya başlar. Eğer bu süreç başarılı olursa “yeni” oluşum dejenere dokunun içerisine yerleşir ve dejenerasyon–rejenerasyon döngüsü sağlanmış olur.

Rejeneratif süreç bu bağlamda sanatta çoklu okumalara açıktır: Sanat tarihi “sınırları ihlal etmenin” tarihiyse eğer; o zaman sürekli ele alınan bir tema ekseninde üretilen çalışmaların, aslında tam da konuyu dejenere ettikleri, bozdukları iddia edilebilir mi? Sanat, bazı imgeleri yozlaştırır mı? Bunun sonucunda o yapı bozulur/yozlaşır, fakat bunun aksine dejenere bir süreç dahilinde sisteme yeni bir önermeyle enjekte edilerek rejenerasyon sürecine girer mi? Peki eğer sisteme referans verilmeyen bir ironik kayıtsızlık hali sürdürülürse, yapı asla kendisini yenileyememe durumuna girerek “kendi yıkımının” bir parçasını da kendi içinde taşımaz mı?

Bu sorgulamalar ekseninde Yeni Anıt, Elif Çelebi, Orhan Cem Çetin, İnsel İnal, Ferhat Özgür Çağrı Saray ve Rıfat Şahiner ; Fırat Arapoğlu küratörlüğünde “ Re/DeJenerasyon” sergisinde 4-17 Mayıs 2011 tarihleri arasında Sanatorium’da sanatseverlerle buluşacak. Etkinlik dahilinde 10 Mayıs saat 17:00’de moderatörlüğünü Can Ertaş’ın yapacağı, bir proje olarak Yeni Anıt ekseninde Ferhat Satıcı’nın “Doppler Etkisi: 2010 Offspace Odyssey” başlıklı konuşması ve 14 Mayıs saat 17:00’de moderatörlüğünü Guido Casaretto’nun üstleneceği sanatçı Orhan Cem Çetin’in “Konuşma, İş Yapıyorum” adlı performans ve konuşması gerçekleştirilecek.

Re/DeGeneration

Regeneration… The replacement of decaying cells by multiplying cells by the same kind and the same value after the tissue loss in a living being. Certainly, this definition also indicates the following: A regenerative process is the result of a degenerative process. Within the compass of this issue handled in a very broad framework from medicine to computer software, from urban transformation to ecology, and from science to theology, the events evolve as follows: First, the structure enters a phase of decay and corrosion, however, exactly at that moment it starts to remove some negative elements out of its body. If this process becomes successful the “new” formation settles into the degenerated tissue and the degeneration-regeneration cycle is fulfilled.

In this context, the regenerative process is open to multiple readings in art: If art history is the history of “violating the limits”, then is it possible to claim that works produced around a theme continuously dealt with might degenerate the subject matter? Does art corrupt some images? Does that structure becomes degenerated/corrupted as a result of this, but gets injected into the system with a new proposition within a degenerated process and enters a regenerative process in contrast to that? And what if an ironic state of indifference is maintained, does the structure enters a state of inability to renew itself and carries a part of its “own destruction” within itself?

Starting out with these questions, artists Yeni Anıt, Elif Çelebi, Orhan Cem Çetin, İnsel İnal, Ferhat Özgür, Çağrı Saray and Rıfat Şahiner will meet with artlovers within the scope of “Re-De Rejeneration” curated by Fırat Arapoğlu between May, 4-17, 2011 at Sanatorium. The event will include the artist talk 10 May 17:00 p.m. as a project in pursuit of Yeni Anıt by Ferhat Satıcı “Doppler Effect: 2010 Offspace Odyssey” moderated by Can Ertaş, and the 14 May 17:00 p.m. performance by Orhan Cem Çetin “Don’t Talk, I’m Busy” moderated by Guido Casaretto.



25 Mart 2011 Cuma


Lojik, Etik ve Estetik Bilgi Bir arada: Ateşin Düştüğü Yer

Fırat ARAPOĞLU

Türkiye İnsan Hakları Vakfı 20. Yılı vesilesiyle ve “Sürmekte Olan Toplumsal Travmayla Baş Etme Projesi” kapsamında 9 Mart’ta “Ateşin Düştüğü Yer” başlıklı serginin açılışını gerçekleştirdi. Sergi kapsamında 131 sanatçı ve 14 katalog yazarı yer alıyor ve etkinlik sadece sergiyle de sınırlı değil, ayrıca sergiye paralel olarak seminerler ve belgesel film gösterimleri gerçekleştirilecek.

Ateşin Düştüğü Yer sergisinin amacı, basın bildirisinde net bir biçimde ortaya konulduğu gibi “insan hakları ihlalleri konusunda toplumsal belleği canlı tutmak ve hakikatle yüzleşme sürecine katkıda bulunmak”. Böylece çok sayıda sanatçı, inisiyatif ya da oluşumun bir araya geldiği etkinlikte Erden Kosova’nın 14 Mart tarihli Radikal Gazetesi’ndeki röportajda belirttiği üzere “hem sanatsal ve politik olarak daha önce hiç yan yana gelmemiş, gelemeyecek insanlar bir arada sergide yer aldı”. Bu noktada sergide öbeklenen çeşitli konular etrafında farklı sınıflar, statüler, yaşlar ve yöntemlerden hareket eden isimler bulunuyor.

Sergide yer alan temalar arasında şunlar yer alıyor: Darbe, Militarizm, İdeoloji, Baskı, İkna Aygıtları, Kürt Sorunu ve Yansımaları, Kirli Savaş, Çocuklara Uygulanan Şiddet ve Çocukların Acıları, Dinsel, Etnik, Cinsiyetsel Her Türlü Kimliğe Dayalı Ayrımcılık, Göç, Bellek ve Travma, Direniş ve Hak Arama Yolları. Türkiye İnsan Hakları Vakfı yönetim kadrosundan Hürriyet Şener ve sanatçı Hakan Gürsoytrak’ın vakıf ve sanatçılar arasında kolektif bir edimin nasıl gerçekleştirilebileceği üzerine düşünmeleri, nihayetinde 100’ün üzerinde ismin bir araya gelmesiyle sonuçlandı ve bahsi geçen konuların cisimleştirileceği bir sergi şekillendirildi.

Projenin tamamıyla gönüllülük esasına dayalı olması, özerk bir yapının vurgulanabilmesine neden oldu; böylece ortaya çıkan bağımsız oluşum, sergileme mekanı olarak Depo’nun özverili desteği dışında vakfın ve tüm sanatçıların kendi imkanlarını kullanmasıyla biçimlendirildi. Sürecin kendisini organik olarak şekillendirmesi arzusunda herhangi bir küratöryel durum devreye sokulmadı, böylece geliştirilen konseptle alakasız olmamak kaydıyla destek vermek isteyen isimlerin dahil olduğu bir kolektif meydana getirildi.

Ateşin Düştüğü Yer klasik sanat eleştirisinin ve sanat tarihinin yapısal anlamda bir analiz geliştirmesinin lüzumsuz olduğu bir noktada konumlanıyor. Burası lojik, etik ve estetik bilginin iç içe geçtiği yer ve bu konumlanmayı modernizmin yarattığı fakirlik ve göçün; şiddete maruz bırakılan her tür kimliğin, toplumsal travmamızın görünür kılınmasının ve bunlara dair farkındalık yaratılmasının bir arzusu olarak özetlemek gerekli. Tüm sergilenen işler, yazılan yazılar, düzenlenen paneller ve gösterimlerde rol alan gönüllü isimler ve bu etkinliklere katılacak izleyiciler, toplumdaki “etik” rollerini somut bir biçimde gösterdiler ya da gösterecekler. Serginin adının konulması sürecinde Hakan Gürsoytrak’ın Ali Ekber Çiçek üzerinden önerdiği gibi “Acıya Göz Katacaklar”.

Belleğe dayalı çalışma, soykütük ve demokrasi ile birlikte travmanın çözümü için etkin bir yöntemdir. Tarihe gömülmek, unutturulmak istenen olgular ve olaylar bu biçimde gösterilebilir ve bu noktada toplumsal travmaya dikkat çekmek ve palyatif çözümleri reddetmek gerekiyor. Zira Hürriyet Şener’in ifade ettiği gibi travmalar bitirilmedikçe, tam bir iyileşmeden söz etmek olası değil. Ateşin Düştüğü Yer Depo’da 22 Nisan’a kadar izlenebilir; etkinliklerle ilgili detaylı bilgi için: www.atesindustuguyer.org

Katılımcılar


A77 Kolektifi,19 Ocak Kolektifi, Abdo, Ahmet Öğüt, Ali Bozan, anti-pop, Antonio Cosentino, Armağan Pekkaya, Arzu Aydın Deveci, Arzu Başaran, Aşkın Adan, Atıl Kunst, Aylin Kuryel, Azra Deniz Okyay, Banu Cennetoğlu, Barış Doğrusöz, Barış Eviz, BEKS, Berat Işık, Borga Kantürk, Buket Özsoy Güreli, Burak Arıkan, Burak Delier, Burak Karacan, Çağrı Saray, CANAN, Cemil Cahit Yavuz, Cengiz Tekin, Cins, Deniz Rona, Derya Sayın, Dilek Winchester, Dilşat Zulkadiroğlu, Eda Gecikmez, Elçin Ekinci, Emre Zeytinoğlu, Endam Acar, Ender Özkahraman, Erdağ Aksel, Erdal Duman, Erinç Seymen, Erkan Özgen, Erkin Gören, Esat Cavit Başak, Eşber Karayalçın, Evrim Özarslan, Extramücadele, Eyüp Öz, Fatih Pınar, Fatih Tan, Ferhat Özgür, Fikret Atay, Fulya Çetin, Gencer Yurttaş, Gülsün Karamustafa, Ha za vu zu / Hafriyat, Hakan Akçura, Hakan Gürsoytrak, Hale Tenger, Halil Altındere, Harald Naegeli, Harun Antakyalı, Helin Anahit, Huri Kiriş, İlhan Sayın, İnci Furni, İnsel İnal, İpek Duben, İrfan Önürmen, Itır Demir, Juan Botella Lucas, Kadir Çıtak, Kardelen Fincancı, Kemal Gökhan Gürses, Kemal Özen, Korkut Canpolat, Manuel Çıtak / Şebnem İşigüzel, Mehmet Ali Boran, Mehmet Çeper, Mehmet Fahracı, Mehtap Yücel, Memet Güreli, Mehmet Öğüt, Metin Üstündağ, Müge Akçakoca, Murat Akagündüz, Murat Başol, Murat Morova, Murat Tosyalı, Mürüvvet Türkyılmaz, Nalan Yırtmaç, Nancy Atakan, Nazım Ünal Yılmaz, Nazım Dikbaş, Neriman Polat, Nihan Çetinkaya, Nurcan Gündoğan, Oda Projesi, Orhan Cem Çetin, Özgür Erkök, Özlem Demirtaş, Özlem Gök, RAD, Rafet Arslan, Selçuk Fergökçe, Selda Asal, Selim Bir sel, Şener Özmen, Şerif Kino, Serpil Odabaşı, Sevil Tunaboylu, Şaban Dayanan, Şevket Sönmez, Suat Öğüt, Süreyya Acar, Tan Cemal Genç, Tan Oral, Taner Güven, Tayfun Serttaş, Turgut Yüksel, Ümit Kıvanç, Vahit Tuna, Veysi Altay, Volkan Aslan, Yasemin Özcan Kaya, Yeşim Ağaoğlu, Yonca Saraçoğlu, Yücel Can, Zeren Göktan, Zeynep Özatalay, Zeyno Pekünlü.

Katalog Yazarları
Emre Zeytinoğlu, Erden Kosova, Eren Keskin, Fırat Arapoğlu, Mahmut Koyuncu, Murat Çelikkan, Nazan Üstündağ, Necmiye Alpay, Orhan Miroğlu, Öztürk Türkdoğan, Şebnem İşigüzel, Şebnem Korur Fincancı, Tanıl Bora, Ümit Kıvanç, Yıldırım Türker.

(25 Mart 2011 tarihli Birgün Gazetesi'nde yayınlanmıştır.)

8 Mart 2011 Salı

Ateşin Düştüğü Yer/Where Fire Has Struck/BIRÎNDAR BI BIRÎNA XWE/ԿՐԱԿԻՆ ԻՆԿԱԾ ՏԷՂԸ


Ateşin Düştüğü Yer
Türkiye İnsan Hakları Vakfı 20. Yıl Sergisi

Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın 20. kuruluş yıldönümü dolayısıyla ve ‘Sürmekte Olan Toplumsal Travmayla Baş Etme Projesi’ kapsamında Depo’da geniş katılımlı bir etkinlikler dizisi düzenleniyor.

...Ateşin Düştüğü Yer, insan hakları ihlalleri konusunda toplumsal belleği canlı tutmayı ve hakikatle yüzleşme sürecine katkıda bulunmayı amaçlıyor.

Gönüllülük esasında düzenlenen bu etkinlikler dizisi kapsamında bir sergi yer alacak, konu etrafında seminerler düzenlenecek, belgesel film gösterimi gerçekleştirilecek ve bir katalog yayınlanacak.

9 Mart 2011’de saat 18.30’da açılacak sergi, 10 Mart-22 Nisan 2011 tarihleri arasında izlenebilir.
Açılış: 9 Mart Çarşamba 2011, 18:30

Where Fire Has Struck

An Exhibition on the 20th Anniversary of the Human

Rights Foundation of Turkey

Where Fire Has Struck is a series of events organized on the occasion of the 20th anniversary of the Human Rights Foundation of Turkey and as part of the Project ‘Dealing With Continuing Social Trauma.’

The events have been organized with the purpose of raising awareness regarding human rights violations in social memory and contributing to the process of confronting the truth. The series of events, realized on a voluntary basis, includes an exhibition, several seminars, a documentary film program and the publication of a catalogue. The exhibition opens on 9

March 2011 at 6.30 pm, and may be visited from 10 March to 22 April.

Where Fire Has Struck

10 March-22 April 2011

Depo

Tophane-Istanbul

BIRÎNDAR BI BIRÎNA XWE

Pêşangeha Weqfa Mafên Mirovan A Tirkiyeyê ya Salvegera 20’emîn

Bi boneya 20’emîn salvegera Weqfa Mafên Mirovan A Tirkiyeyê û di çarçoveya “Projeya Çareserkirina Travmayên Civakî yên ku Didomin” li Depoyê em ê rêzeçalakiyên bi beşdariyeke berfireh li dar bixin. Armanca BIRÎNDAR BI BIRÎNA XWE zindîhiştina bîra civakî ya der barê binpêkirinên mafên mirovan de û beşdariya pêvajoya rûbirûbûna rastiyan e. Ev çalakî li gor bidiliyê tên lidarxistin. Di çarçoveya van çalakiyan de, dê pêşangehek bê lidarxistin, dê di der barê mijarê de semîner bên lidarxistin, dê pêşandana belgefîlman pêk bê û dê pirtûkçeyek bê weşandin.

Pêşangeh dê 9’ê Adara 2011’an saet di 18.30’yan de li dar bikeve û di navbera 10’ê Adarê û 22’ê Nîsana 2011’an de vekirî be.

BIRÎNDAR BI BIRÎNA XWE

10 Adar-22 Avrêl 2011

Depo

Tophane-Stenbol

ԿՐԱԿԻՆ ԻՆԿԱԾ ՏԷՂԸ

Թրքական Մարդկային Իրաւունքներռւ Հաստատութեան 20. Տարւոյ ցուցահանդէս.

Թրքական մարդկային իրաւունքներու Հաստատութեան 20. տարեդարձի եւ հաւաքականութեան աղետներու դէմ պայքարելու ծրագրին փովանդակութեան ՙՏէփօ՚ի մէջ լայն տարածութեամբ գործունեութեան շարքեր տեղի կ՛ունենայ:

“Կրակին Ինկած Տեղ” նպատակն է, մարդկային իրաւունքներու խանգարման նիւթերու շուրջ հաւաքականութեան ուշադրութիւնը գրաւել, անմոռանալի դարձնել, միշտ արթուն պահել, մարդոց հանդէպ կատարուած անիրաւութիւններ.

Այս նիւթերու շուրջ ցուցահանդէսներ, հաւաքոյթներ, վաւերական շարժանկարներ, գրքոյկ մը պիտի հրատարակուի. Ձուցահանդէսը պիտի սկսի 9 Մարտ 2011, ժամը 18.30’ ին.

Կրակին Ինկած Տեղ

10 Մարտ – 22 Ապրիլ 2011

Տէփօ

Թօփհանէ – Իսթանպուլ

Katalog Yazarları

Emre Zeytinoğlu
Erden Kosova
Eren Keskin
Fırat Arapoğlu
Mahmut Koyuncu
Murat Çelikkan
Nazan Üstündağ
Necmiye Alpay
Orhan Miroğlu
Öztürk Türkdoğan
Şebnem İşigüzel
Şebnem Korur Fincancı
Tanıl Bora
Ümit Kıvanç
Yıldırım Türker

Sergi Katılımcıları

A77 Kolektifi
19 Ocak Kolektifi
Abdo
Ahmet Öğüt
Ali Bozan
anti-pop
Antonio Cosentino
Armağan Pekkaya
Arzu Aydın Deveci
Arzu Başaran
Aşkın Adan
Atıl Kunst
Aylin Kuryel
Azra Deniz Okyay
Banu Cennetoğlu
Barış Doğrusöz
Barış Eviz
BEKS
Berat Işık
Borga Kantürk
Buket Özsoy Güreli
Burak Arıkan
Burak Delier
Burak Karacan
Çağrı Saray
CANAN
Cemil Cahit Yavuz
Cengiz Tekin
Cins
Deniz Rona
Derya Sayın
Dilek Winchester
Dilşat Zulkadiroğlu
Eda Gecikmez
Elçin Ekinci
Emre Zeytinoğlu
Endam Acar
Ender Özkahraman
Erdağ Aksel
Erdal Duman
Erinç Seymen
Erkan Özgen
Erkin Gören
Esat Cavit Başak
Eşber Karayalçın
Evrim Özarslan
Extramücadele
Eyüp Öz
Fatih Pınar
Fatih Tan
Ferhat Özgür
Fikret Atay
Fulya Çetin
Gencer Yurttaş
Gülsün Karamustafa
Ha za vu zu / Hafriyat
Hakan Akçura
Hakan Gürsoytrak
Hale Tenger
Halil Altındere
Harald Naegeli
Harun Antakyalı
Helin Anahit
Huri Kiriş
İlhan Sayın
İnci Furni
İnsel İnal
İpek Duben
İrfan Önürmen
Itır Demir
Juan Botella Lucas
Kadir Çıtak
Kardelen Fincancı
Kemal Gökhan Gürses
Kemal Özen
Korkut Canpolat
Manuel Çıtak / Şebnem İşigüzel
Mehmet Ali Boran
Mehmet Çeper
Mehmet Fahracı
Mehtap Yücel
Memet Güreli
Mehmet Öğüt
Metin Üstündağ
Müge Akçakoca
Murat Akagündüz
Murat Başol
Murat Morova
Murat Tosyalı
Mürüvvet Türkyılmaz
Nalan Yırtmaç
Nancy Atakan
Nazım Ünal Yılmaz
Nazım Hikmet Richard Dikbaş
Neriman Polat
Nihan Çetinkaya
Nurcan Gündoğan
Oda Projesi
Orhan Cem Çetin
Özgür Erkök
Özlem Demirtaş
Özlem Gök
RȦD
Rafet Arslan
Selçuk Fergökçe
Selda Asal
Selim Birsel
Şener Özmen
Şerif Kino
Serpil Odabaşı
Sevil Tunaboylu
Şaban Dayanan
Şevket Sönmez
Suat Öğüt
Süreyya Acar
Tan Cemal Genç
Tan Oral
Taner Güven
Tayfun Serttaş
Turgut Yüksel
Ümit Kıvanç
Vahit Tuna
Veysi Altay
Volkan Aslan
Yasemin Özcan Kaya
Yeşim Ağaoğlu
Yonca Saraçoğlu
Yücel Can
Zeren Göktan
Zeynep Özatalay
Zeyno Pekünlü