14 Kasım 2010 Pazar

artALAN - Kopyala - Yapıştır, Montaj! Montaj!


art-ALAN

Fırat ARAPOĞLU

firat.arapoglu@gmail.com

Kopyala-Yapıştır, Montaj! Montaj!

Yazarı yaşayan, 2010 yılında basılan bir kitabın önsözü neden 2005 tarihli olur? Bir yazar, aktüel sanat ve sanat eleştirisi sorunsalına daha net parmak basabileceği bu olasılığı neden es geçer?

Merhabalar, bundan sonra ‘EK!’de görsel sanatlarla ilgili deneyim ve düşüncelerimi paylaşabileceğim ve bunun üzerine Birgün’ün kültür-sanat sayfasındaki eleştirilerime göre daha farklı, paylaşımcı bir platform oluşturmaya çalışacağım. Her türlü konuda bana yazabilirsiniz, köşenin el verdiğince oluşturabileceğimiz yaratıcı tartışmaları burada belirtebilirim. Bu hafta bir kitap, birkaç sergi haberi ve sanat ve sanat eğitimi üzerine sempozyumlarda gözlemlediğim bir konu özelinden başlangıç yapalım.

Prof. Dr. Ayla Ersoy Türkiye Sanat Tarihi’nin önemli isimlerinden. 1982 – 2006 yılları arasında, tam 24 yıl Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak çalıştı ve hala bildiğim kadarı ile Yeni Yüzyıl Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Dekan Vekili olarak görev yapmakta. Ben bu değerli ismin ‘Sanat Eleştirisi’ başlıklı kitabında gözlemlediğim bazı olgulara değinmeye çalışacağım (Artes Yayınları, İstanbul – 2010).

ÖNSÖZ – BASIM TARİHİ UYUŞMAZLIĞI

Yazarı yaşayan, 2010 yılında basılan bir kitabın önsözü neden 2005 tarihli olabilir? Bir yazar, aktüel sanat ve sanat eleştirisi sorunsalına daha net parmak basabileceği bu olasılığı neden es geçer? Bunlar daha kitabın başında sadece benim değil, birçok okuyucunun da aklına gelmiştir. Hem 2005 – 2010 arası süreçte önemli şeyler yaşanmadı mı? Birincisi Tophane çeşitli galerilerin gruplaştığı bir merkez olarak ortaya çıktı. İkincisi Mısır Apartmanı Casa Della Arte, Galeri Nev’in taşınması ile İstiklal Caddesi’nin ortasında farklı bir konum yarattı. Üçüncüsü 2007 ve 2009’da ikisi de çeşitli biçimlerde ses getiren iki önemli Bienal yaşandı. Sanat eleştirisi bu majör olaylardan etkilenmedi mi bu 5 yıllık süre içinde?

Kitabın editöryel olarak iyi yönetilmediğini gösteren parametrelerden birisi de redaksiyondaki sıkıntılar. 24. Sayfada Sezer Tansuğ’un 1976 tarihli bir yayınına atıf görüyorsunuz ama bunu kaynakçada bulamıyorsunuz. Aynısı György Lukacs’a atıf verilen 30. Sayfa için de geçerli. Öte yandan cümle düşüklükleri ve düpedüz yanlış kelime basımları da çok can sıkıyor. Önemli bir ismin kitabında “Bu ele alınana (?) yapıtın üretildiği çağın değer ölçütleriyle yargılanması demektir.” (s. 27); “Hatta yerleşik kuralları yıkmayı baçlıca (?) amaç edinen …” (s.27) gibi hatalar, böyle iddialı bir kitap başlığına hiç yakışmıyor.

ELEŞTİRMEN KİMDİR?

Biçimsel olanların yanında, biraz da içeriksel yanlışlara değinmek istiyorum. Bölüm 1’in altbaşlıklarından olan ‘Eleştirmen Kimdir?’ kısmında da dikkatlerden kaçmayacak bazı tespitler var: “İyi bir eleştirmen ruhunun maceralarını şaheserler ortasında bulan kişidir.” Sayın Ersoy, 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde bu nasıl bir tespit? 1973’te Nicos Hadjinicolau’nun ‘Histoire de l'art et lutte des classes’ kitabı yayımlandığında (Türkçe çevirisi 1987), sanat tarihinin gerici bir bilim dalı olduğunu iddia ederken, John Berger de yazılarıyla geleneksel sanat eleştirisini alaşağı etmişti. Yine İngiliz ekolünden Michael Baxandall 1985 yılında ‘Patterns of Intention’da ‘ekhprasis’ yazımının çağdışılığını gösterirken, - henüz Türkçeye çevrilmiş değil, kendime referans vermek zorundayım, ilk iki bölümünü 2006’da çevirdim -, bu alandaki son etkili eleştirilerden birisi İngiliz sol yazınından geldi; Jonathan Harris 2001’de ‘the New Art History: A Critical Introduction’ (Yeni Sanat Tarihi: Eleştirel Bir Başlangıç) kitabında değil romantik yazımı, sanat tarihinin 1860’lardan bugüne tüm bir geleneğinin yapı-bozumunu sundu.

FORMALİST BAKIŞ AÇISI

Ersoy’un kitabından bir alıntıyla devam edelim: “Sanat tarihinde büyük şaheserler yaratmış 20 yaşında genç sanatçılar bulmak zor değildir, ama 20 yaşında sanat eleştirmeni bulmak neredeyse imkansızdır. Çünkü eleştirmen yıllarca süren gözlem, araştırma ve bilgi birikimiyle yoğrulmak zorundadır” diyor. Oysa John Ruskin ‘Modern Painters’ın (Modern Ressamlar) ilk cildini yayımladığında 24 yaşındaydı. Ülkemizde de oldukça iyi bilinen ve birçok eseri çevrilen, -Ayla Ersoy’un da iki eserine referans verdiği- John Berger ilk eleştirilerini yazmaya başladığında 22 yaşındaydı. Ülkemizde AICA Başkanlığı’nı yürüten Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Burcu Pelvanoğlu’da 2000’in ortalarından bu yana yayınlarını sürdürüyor. Pelvanoğlu, 1980 doğumlu. Bu görüşe tam anlamı ile katılmak olası değil. Bilgilenme süreci ve yazarlık, uzun süreçli emekler ve denemeler isteyen bir süreç, kabul. Peki, bunun için yılların mı geçmesi gerekiyor? Emeği, yaşamınızın 20’li yaşlarında sığdırabildiğinizde de etkili sonuçlar alamaz mısınız? Futbolda istatistikler bazen topa çok sahip olmayan takımların maç kazandıklarını gösteriyor; o zaman topu rakibe mi versinler? Öte yandan meslekte yıllardır yazı yazan bazı eleştirmenlerimizin artık kendilerini tekrar ettikleri ve hiçbir kuramsal yaklaşım geliştiremedikleri de ortada. Madem yılların gözlemleri, araştırma ve bilgisi gerekiyor. Bu gözlemi kabul ettim diyelim neyi araştırıp, hangi bilgileri sundular?

Kitabın diğer bir savını da burada anmak gerekiyor. Bu, 70. sayfadaki “Hiçbir sanatçı çağına karşı yapıt yaratamaz.” aforizması. Bu formalist bir bakışın, Wölfflin – Arnheim dizgesinden gelen bir bakışın izi. Bu bakış açısını kırabilmek için sadece Marcel Duchamp örneğini hatırlamak yeterli... Larry Shiner’ın belirttiği gibi Duchamp’ın fiziki varlığı 20. yüzyılın ilk yarısına aitse de, etkisi ve sonuçlarına ilişkin yorumlar 1950’lerden itibaren önemli.

‘GÖRMEZDEN GELİNEN’ ELEŞTİRMENLER

Son olarak kitapta Türkiyeli sanat eleştirmenlerinin listesi bölümü bulunuyor. Fikret Adil’den Levent Çalıkoğlu’na kadar gelen bir isim listesi var. Burada da açıkçası seçilen tercihlerde bir eksiklik var. Hadi Türkiye’de sanat eleştirisinin ortaya çıktığı süreçten çağdaş eleştiriye kadar gelen kısmı bir ‘seçim’ olarak değerlendirelim ve bunun eleştirisini Kaya Özsezgin gibi isimlere bırakalım. Fakat Ayşegül Sönmez, Esra Aliçavuşoğlu ve Ahu Antmen’in görmezden gelinmesi konusu oldukça ilginç. Açık konuşmak gerekirse Türkiye’nin zaten sayıları iki üçü geçmeyen kültür sanat sayfasına sahip gazetelerinden ikisinin yazarları bu isimler. Sönmez Radikal, Aliçavuşoğlu yıllardır Cumhuriyet ve Antmen’de Radikal’de yazdılar/yazıyorlar. Her üç isimde önemli olduğu gibi, son ikisinin doktoraları da ‘Türkiye’de Çağdaş Sanat’ üzerine. Ahu Antmen ve Ayşegül Sönmez, Kasım 2008’de ‘Gençsanat’taki araştırmada Levent Çalıkoğlu ile beraber ilk üç isim arasında yer de aldılar. Hasan Bülent Kahraman, Ali Şimşek isimlerinin olmamasını da buna eklemeliyim.

VE NİTELİKSİZ TEKİLLİKLER...

Bu yazdıklarım bir rica, öneri ya da eleştiri olarak mı alınır bilemem ama son dönemde gözlemlediğim olgulardan birisini daha paylaşmam gerekiyor. Şimdilik nominal davranmayacağım ama düzenlenen bilimsel sempozyumların çoğu ya dostlar alışverişte görsün ya da yardımcı doçent ve doçent olacak öğretim üyelerine puan getirmesi için düzenleniyor gibi görünmekte. Hadi bunu da bir an kabul edelim, doğal diyelim; seçici bilimsel kurullar nasıl görevlerini gerçekleştiriyorlar bunu anlamak da olası değil. Bakıyorum, karşılaştığım araştırmalar ya herhangi bir mesai harcanmamış, kopyala – yapıştır romantik metinlerle montajlanan yeni metinler ya da hiçbir sonuca varmayan, defalarca işlenmiş konular. İki nedeni var sanırım bu işin; ya sempozyum bilim kurulları gönderilen metinleri okumuyorlar ya da çağdaş sanat yazınını takip etmiyorlar. Özellikle sıkıntılı bir konu sanat eğitimi üzerine yapılan anketler. Koşullu ve sonuçları bilinen anket sorularından yapılan araştırmalara ne dememiz gerekiyor? Bu özgün ve çığır açıcı bir araştırma olarak değerlendirilebilir mi? “Türkiye’de Güzel Sanatlar Fakülteleri’ndeki atölye, malzeme olanaklarını bütüncül olarak yeterli buluyor musunuz?” sorusunun cevabı gayet açıkken, bu soruya %99 oranında “Hayır” cevabını alıp, bunu makaleleştirmenin ne anlamı var? Açıkçası sanatta ihtiyacımız olan bu tarz içi boş anketler değil, spekülatif önermelerle Türkiye Sanat Eğitimi’nin global ölçekte bulunduğu konumu sorgulamak. Hem bu bildiri önerilerini veren araştırmacıları anlamak da güç: Bir araştırmacıya “özgün araştırmacı” kimliğini veren, nicelik olarak “tek” olmasıdır. Bunun aksine araştırmacılar monolitik olarak çoğalırlarsa değerlerini kaybederler, çoğul içerisindeki, niteliksiz “tekillikler” olurlar.

KUTU: Kasım Ayına Dair Etkinlik Notları:

Antakya Bienali: 15 Ekim – 20 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirilecek 2. Uluslararası Antakya Bienali’nin bu yıl ki konsepti “Anlayışınız İçin Teşekkür Ederiz” başlığını taşıyor. Bienalin ana mekanları Antim İş Merkezi ve Zet Galeri, ayrıca sekiz kamusal alanda da işler yer alıyor. Etkinliğin küratörleri Arzu Yayıntaş ve Dessislava Dimova.

Ekrem Kahraman “Bulunduğumuz Yer… Geçtiğimiz Zaman…” başlıklı, Cep Sanat Galerisi tarafından düzenlenen kişisel sergisi ile 21 Ekim -21 Kasım tarihleri arasında The Marmara Pera Sanat Galerisi’nde.

Serkan Zihli ve Selin Söl ortaklığında farklı bir konsepte doğru geçen ‘Daire Tophane’, Avusturya’da yaşayan ve çalışan Türk sanatçı Esin Turan‘ın Türkiye’deki ikinci kişisel sergisi “Pötikare Hayatlar"ı 26 Ekim – 20 Kasım tarihleri arasında sergileyecek.

(1 Kasım 2010 tarihli Birgün Gazetesi'nin Eleştirel Kültür Eki'nde 9 - 10. sayfalarda yayınlanmıştır).


25 Eylül 2010 Cumartesi

YA BENİMSİN YA KARA TOPRAĞIN!


FIRAT ARAPOĞLU

26 Ağustos – 17 Eylül tarihleri arasında Galeri Artist Çukurcuma’da gerçekleştirilen Hülya Küpçüoğlu’nun ‘Sadece Benim Olacaksın’ başlıklı kişisel sergisi, Yeşilçam’ın klişeleşen arabesk repliğine dair, 1980’lerin apolitik yozluğunun 1990’ların Leman dergisi etrafında geliştirilen yeni orta sınıf jargonunda hiciv edilmesini akla getiriyordu. Ama sergi için sadece bu tespitin yetmeyeceği görülüyor. Sadece Benim Olacaksın! vurgusu, içerisinde ‘eksik’ oluşmuş kişilik psikolojisinin yansımalarını da göstermekte ki, bu da böyle problemli bir kişiliğin geri bıraktırılmış coğrafyalar ya da büyükşehirlerin varoşlarında geliştirdiği kültürde, kişinin kendisini merkeze alarak etrafındaki tüm ilişkileri birer ‘uydu’ olarak görmesinden kaynaklanıyor. Bir nevi ‘Polat Alemdar Sendromu’ olarak da adlandırılabilir. Bu tespite son kısımda dönelim.

KADİR ULEN DELİ KADİR!
Sergide ilk gözlemlenen Küpçüoğlu’nun oto-portresi. Açıkçası şaşırtıcı bir sunum, zira bağlamsal bir sergide oto-portre, sanatçının da yaşanmışlıkların içerisine dahil olduğu anlamına çıkıyor. Bunda bir beis yok ama sergide popüler kültür ikonlarının temellük edilmesi acaba sanatçının da mı kendisini popüler kültür içerisinde gördüğü sorusunu akla getirmez mi? Elbette Küpçüoğlu bu soruya ‘Evet’ yanıtı vermez. Hele hele sanatta ‘popüler’ değil, ‘tanınmış’ (well-known) sözcüğü tercih edilmekteyken. Sanatçının bu sunumu, işte böyle birçok ikircikli soruya neden olmakta.

Kadir İnanır gibi Yeşilçam figürlerinin yer alışı, önceki dönemlerin ‘saf’ aşklarını simgelemek üzere sunulmuş. Sahi bu doğru mu? Yeşilçam aşkları çok da saf mı? Buna hemen ‘evet’ demek zor. Örneğin Kadir İnanır imgesinin sunulduğu çalışma nasıl değerlendirilebilir? Sanatçının resmettiği poz, 1985 tarihli bir Kadir İnanır & Harika Avcı filminden. Bir mafya üyesi olan Ateşdağlı (Kadir İnanır) çatışmalardan kaçtığı sahil kasabasında oturduğu evin kızına - Harika Avcı – aşık olur. Onun sayesinde silah bırakır, mutlu sonla film biter. Ama insan sormadan edemiyor, bu aşk sahnesi için afişte elinde silahıyla poz veren imge, ‘saf’ aşkı ne kadar simgeliyor? At (1985 versiyon için kırmızı bir Mercedes!), avrat ve silah sendromu mu aslında görülen?

HASTALIKLI RUH HALİNİN TEZAHÜRÜ!
‘Sadece Benim Olacaksın!’ vurgusu, sahip olma arzusunun hastalıklı bir hali. Dünyayı, insanları ve nesneleri kendi uydusu gibi gören hastalıklı bir bünyenin tezahürü bu. Bunun mantıksal dayanaklarını biraz da ‘tüketim kültürü’ içerisinde görmek gerekiyor. Aşkların bile ‘tüketim’ çarkı içerisinde Sevgililer Günü gibi kapitalist pazarlama ile sunulduğunu ve ülkemizde bunun 1980’lerden bu yana ‘trendy’ bir davranış olarak arttığını unutmak mümkün değil. Sanatçı, belki de bundan kaçınmak istiyor, ama kaçarken ‘nostaljinin’ iplerine takılıyor. Sadece Benim Olacaksın!.. Bu düşünceye sahip olan bünye obsesiftir ve bunun ülkemizdeki versiyonu maalesef yer yer aşk cinayetlerinde görülüyor. Vurgunun bu ironik yanını görmek isterdim sergide, ama Küpçüoğlu işin bu tarafına hiç eğilmemiş. Halbuki bu arabesk söylem bazı insanların hayatlarına mal oluyor.

Hülya Küpçüoğlu’nun konstrüktivist dönemi, ağır ağır pop-art ve türevlerine kaymakta. Mart ayındaki ‘Çok Güzel’ sergisinde yer alan ‘Güzel Ama’ işi Hülya Avşar ve Angelina Jolie’yi temel almıştı ve bu sergi ile beraber popüler ikonları temellük ettiği işlerin devamı da gelecek gibi. Sanatçının bu dönemini izlemek eğlenceli olacak.
Son söz Hürriyet Gazetesi’nin 16 Eylül 2010 tarihli nüshasından Kültürazzi köşesine. Küpçüoğlu basının Nuri Alço’nun imgesinin yer alacağı işin üzerine çok gitmesinden rahatsız olduğundan ve mekânın da darlığından dolayı bazı Yeşilçam sahnelerini sergiden çıkartmış. Bu tartışılabilir, hatta ikincisi bir ‘bahane’ de olabilir. Ama gazetenin ikinci basın bülteni yerine ilkini kullanması etik dışı bir tavır. Ayrıca Sabah, Hürriyet gibi boyalı basının sanat sayfaları okullardaki ilköğretim panolarına bile dua okuturken, bu anlamsız ‘paparazzilik’ neyin nesi? Sergi eleştirisi yapma niteliği olmayan kalemler, görsel sanat etkinlikleri üzerine magazinciliğe mi soyunuyor?

BATMAYAN GEMİ YA DA BİTMEYEN AŞK!
Sanatçı çokça bilinen ‘pop imgeleri’ biraz da nostaljik bir bakış açısı ile temellük etmiş. Aslında bu sanatta sunumu riskli bir konu, zira en temelde nostalji dediğimiz şey insanoğlunun defosu değil mi? Küpçüoğlu’nun Hollywood imgelerini kullanması bu nostalji üzerinden hareket ediyor ve Casablanca, Titanic gibi filmlerden sahnelerle karşımıza çıkıyor. Casablanca’da Rick, Isla ve Victor Lazla arasındaki üç köşeli aşk hikâyesi – Humphrey Bogart, Ingrid Bergman ve Paul Henried - 1942 tarihli unutulmaz filmden kesilen bir sahneyle sunulmuş. Titanic’te ise karşımıza asla ‘batmayacak’ geminin, kaza sonrasında Jack Dowson ve Rose DeWitt Bukater’in (Leonardo di Caprio & Kate Winslet) suyun içerisindeki durumu çıkıyor. Sanatçının galerinin iç kısmındaki boşlukta yer alan videosunda ise, İstanbul’un çeşitli yerlerinde el ele tutuşarak yürüyen çiftleri Michael Jackson’un ‘The Girl is Mine’ (1982) parçası eşliğinde izliyorsunuz. Üç boyutlu işlerden ziyade bu işin daha çok sergi temasına sahip çıktığı söylenebilir zira üç boyutlu işlerdeki aceleciliğin ilerdeki sergilerde giderilmesi gerekiyor.

(21 Eylül 2010 tarihli Birgün Gazetesi'nde yayınlanmıştır)

16 Eylül 2010 Perşembe

Trafik ışıkları olmayan şehir, şehriyle iç içe bir bienal: Sinopale!

SİNOPALE VENEDİK’TEN DAHA EĞLENCELİ

Trafik ışıkları olmayan şehir, şehriyle iç içe bir bienal: Sinopale!

Fırat ARAPOĞLU

Tarihi Sinop Hapishanesi’nin Bölge Çocuk Islahevi Binası. 1999’da Kültür Bakanlığı’na devredilen binaya yaklaşıldığında, cephedeki dokuz pencere açıklığına yerleştirilmiş aynalar ve bu aynaların içerisindeki hoparlörlerden gelen şarkılarla karşılaşılıyor. Sinoplu gençlerin hapisteki bir arkadaşlarına gönderecekleri şarkılar. Aynalar, içerde olanın aslında “bakanın” kendisi olduğunu gösteriyor, halkın ıslah edilen çocukluğu. Georg Klein’in binadan yarattığı devasa enstalasyona, hatta heykele bakarak bienale giriş yapılıyor ve tecrübeli sanatçı, dokuz dakikalık loop’lar halinde yedi ayrı sesi yansıtıyor.

Sinopale Uluslararası Sinop Bienali (ya da bienal gazetesi Sinopsis’deki diğer bir isimlendirmeyle Sinopale Uluslararası Çağdaş Sanat Sergisi) 14 Ağustos’ta açılışını yaptı. Kavramsal çerçevesi ise “Gizli Anılar, Kayıp İzler” başlığını taşıyor. Etkinlik içerisinde Sonja Böhlander Tanrısever’in atölye çalışmaları, Renan Koen’in “İçimdeki Dev Senfoni II” projesi, Artcitizens’ Shop, Ziya Azazi dans atölyesi ve sanatçının “Ember” performansı, Hülya Karakaş’ın tiyatro projesi ve Hande Sağlam’ın küratörlüğündeki “Sesin İzi – Engin Aksan Arşivi” sergisi ve “Sesler” atölyesi çalışmaları da yer aldı. Böylece çok yönlü bu etkinliklerin Sinop halkı ve bienal izleyicilerini çekmek adına tasarlandığı görülüyor. Bu etkinliklerin eleştirisini başka değerlendirmelere bırakarak, görsel sanat çalışmalarına odaklanalım.

22 Sanatçı 8 Küratör!

Bu hesaba göre bir küratöre 2,75 sanatçı düşüyor Sinopale’de. T. Melih Görgün, Beral Madra, Vittorio Urbani, Nike Baetzner, Rana Öztürk, Branko Franceshi, Vaari Claffey ve Hande Sağlam bienalin eş-küratörleri olarak ilan edilmişti. Bienal sanatçılarını, etkinliğin merkez mekanı tarihi hapishanedeki işlerle görürsek:

Sergi sizi sessel olarak Klein’in girişte belirttiğim “Aynaların Şarkıları” yerleştirmesi ile karşılıyor. 2007 Santralistanbul’daki “Kamusal Alan ve Güncel Sanat” projelerinden hatırlanılabilecek Maria Papdimitriu’nun “Hotel Nokul” çalışması ise serginin dikkatleri çeken ama çağdaş sanat tarihinde bilindik çalışmalardan. Sinop’taki Gül Palas otelden esinle oluşturulan Hotel Nokul’da şehrin belleğine dair göndermeler var, fakat Sinop hariç coğrafyasal göndermeleri belli kalıpların ötesine geçemiyor.

Fotoğrafın önemli isimlerinden Sıtkı Kösemen’in Sinop – Karadeniz serisi, kente dair farklı enstantaneleri büyük boyutlu çıktılarla sunarken, Daniele Pezzi, Avustralya’da ait olmak istediği mekanı aradığı “A Man a Foot ain’t a Man at All” çalışması ile beraber Sinop’ta kurguladığı, batık bir kenti Sinoplu bir balıkçı ile beraber aradığı etkili videosu ile bienalde yer alıyor. Garanti Platform Residency Programı’ndan hatırlanacak Els vanden Meersch’in hayalet Kürt kasabalarını sergilediği çalışmasının etkililiğinin yanında, Google-Sinop olarak isimlendirilen merkezi yerlere dair fotoğrafları derlediği küçük seçkisi de görmeye değer. Maria Ikonomopolou’nun “Anı Yetiştirmek” çalışması yerel kültüre dair çiçekler ve tekstilde bu çiçeklerin kullanımını, onları anlamsal olarak destekleyen yine kağıtlardan üretilmiş sözcüklerle sunuyor. Yerel belleği simgeleyen çalışma olarak iyi, ama malzeme seçimi ve mekanın rüzgar alışı ve deforme bir bina oluşunun hesap edilmemesi açısından aktüel durumu yetersiz bir çalışma. Aynı dertten Joel Andrianomearisoa’nın “Kara Sevda – melankoli – Düşlerde Uyku İsraf Etmek” çalışması da nasibini almış. Kağıt, plastik, kumaş ve küçük aynalar gibi malzemeleri kullanarak yatak, merdiven, öznenin kendini deneyimlediği küçük ayna formlarının sunulduğu çalışması bilinçsiz izleyiciler ve rüzgarın azizliği ile bazı yerlerde deforme olmuş. Anne Metzen’in Sinop’un radar noktası olarak tespitini sunduğu raporlar ve halktan radar üssündeki ABD’lilerle iletişimde olanların anılarından derlediği raporlar bienalin vurucu çalışmalarından. Etkileşimliliği Yoko Ono’nun işlerini akla getirirken, izleyicide dönüştürülmüş, manipüle edilmiş bir düşünce hissiyatını oluşturabiliyor.

Dr. Rıza Nur Kütüphanesi’nde Bilindik ve Yenilikçi Videolar

Rana Öztürk ve Vaari Claffey’in küratörlüğündeki “Geçici Olarak Rafa Kaldırıldı” sergisi başlık olarak ve sergideki bazı işlerle uyumu ile oldukça etkileyici. Tabii ki bütün işler bu temayı kaldırır durumda değil. Öncelikle giriş katındaki “Masa Projesi” uzun zaman sonra ilk defa yerini bulduğu bir mekan olarak, kütüphane içerisinde Sinoplu karikatürist Seyit Saatçi’nin işlerini ve onunla ilgili bir belgeseli gösteriyor. Videolar ve diğer işlerden akılda kalanların başında, yazının başlığını da sözlerinden aldığım Ronan McCrea’nın “Alfred H.’nin Kayıp Fotoğrafları” başlıklı slaytları ve Declan Clarke’ın “Problem Biziz” başlıklı kütüphanelerden kaldırılan sol içerikli kitapları teşhir ettiği çalışmaları geliyor. Işıl Eğrikavuk, Tayfun Serttaş, Fiona Marron ve Sean Lynch’in çalışmaları algıda farklılaşmalar yaratan, kurgu, yabancılaştırma efektlerini kullanan işler. Gülsün Karamustafa’nın işi de arada bir kategori olarak İstanbul yabancılaştırması üzerinden Sinop’ta sergileniyor. Sarah Pierce, Ferhat Özgür, Bea MacMahon, Rhona Byrne’ın işlerinde ise pek yenilik görülemiyor. Pierce’ın İrlanda dilinde sunulan eski haberleri montajlaması, Özgür’ün Bridgend’i in-situ tespitler olarak bir öneri sunmuyorlar.

Bu sütunda tüm bienali analiz etmek elbette zor. Ama genel hatları ile genelde başarılı bir etkinlik olarak üçüncüsünü de gerçekleştirmiş durumda Sinopale. Tüm küratörleri tebrik etmek gerekiyor elbette, ama halkla iç içe geçen, izleyicilerini oluşturmaya başlayan, halkın iz’inin olmadığı herhangi bir “ötekileştirici” çalışmayı içermeyen Sinopale için T. Melih Görgün ve Beral Madra’yı ayrı kutlamak gerekiyor. Bienalin Sinopsis dergisinde “8. Sinopale’yi görürsem mutlu olacağım” diyen Madra ve “Buralardan gelen bir enerji beni sağlıklı kılıyor” diyen Görgün’e önümüzdeki bienallerde tekrar buluşmak üzere demek gerekli (fotoğraflar: Yalçın Kesen)

(6 Eylül 2010 tarihli Birgün Gazetesi'nde yayınlanmıştır).

27 Ağustos 2010 Cuma

Kimlikler Lütfen!


Kimlik ve farklılıklar üzerine odaklanan bir sergi

GAZETE HABERTÜRK / HÜLYA KÜPÇÜOĞLU
Ankara’da Cer Modern’de süren ve farklı kuşaklardan yaklaşık 20 sanatçının katıldığı “Kimlikler Lütfen!” sergisi, kimlik ve farklılıklar üzerine odaklanıyor. 17 Eylül’e kadar izlenebilecek olan serginin küratörü Fırat Arapoğlu sorularımızı yanıtladı.

■ 'Kimlikler Lütfen!' derken bireyselliği de çağrıştırıyor diyebilir miyiz?

Elbette, tekil düşüncenin var olmadığı bir çoğulluk. Zaten, bu serginin tam da karşısında olduğu bir olgu. Sergi, arzuladığım ve sanatçılarla kesiştiğimiz ölçüde farkılaşmaların, farklılıklar noktasındaki aynılıklarımızı ortaya koyduğunun bir göstergesi. Söz gelimi sergide, farklı coğrafyalardan 21 sanatçı var; Londra’dan Ergin Çavuşoğlu, New York’tan Konstantin Bojanov, İtalya’dan Şükran Moral işleri ile bunu temsil ediyorlar.


Öte yanda sanatçı-seyirci ilişkisine dair performans gerçekleştiren İnsel İnal, 'El Taş El Taş' çalışması ile kamuoyunda taş atan çocuklar olarak bilinen konuya gönderme yapıyor. Ekolojik kimlik vurgusuyla Genco Gülan ve bireysellikten yola çıkarak serginin kavramsal çerçevesine, görsel zenginliğine destek veren Orhan Cem Çetin de farklı konularda kimlik konusuna ışık tutuyorlar.

■ Sergi adından yola çıkarak politik bir söylemi de içeri aldığınızı söyleyebilir miyiz?

Sanatın politikayı içerdiğini hatırlatmama gerek yok sanırım. Tam tersi olası değildir ya da o zaman adına sanat değil, propaganda denilir. Modern sanat ve günümüzün piyasa odaklı yapıları, sanatın sermaye, sınıf çelişkileri, kadın, gay/lezbiyen kimlikleri, göçmen kimliği gibi konuları içermeyeceğini öne sürmüştü ve sürüyor. Ama bu, günbegün alaşağı edilen bir önerme. Güncelliği ile beraber geçmişe de vurgu yapan bir yapısı var serginin.

■ Marcuse’ün belirttiği "iktidarın karşısında olan" sanatçı modelini öneriyorsunuz. Türk resim sanatına bakarsak nasıl bir sanatçı kimliği görüyorsunuz?

Sanatçının malzemesi ne olursa olsun düşüncesini en iyi biçimde ifade eden kişi olduğuna inananlardanım. Türkiye sanatı haddinden fazla uzunca bir süre "romantik, naif" sanat dönemini yaşadı. Kısa bir dönem konstrüktivist etkilenimleri de eklemeliyim. Bu dönemin ardından, sanatın ve sanat tarihinin sorunları ile yüz yüze geldi. Akademi, monolitik kimlikler inşa etmeye çalıştı sürekli, hatta buna hâlâ devam ediyor. Farklılaşanları hemen bölücü, çılgın olarak yaftalıyorlar. Disiplinsizlikleri aslında başarılı oldukları konu.


Sanatçı, Türkiye’de üç başlık altında incelenebilir. Birincisi, herhangi bir ideolojiye angaje olmayan oportünistler. İkincisi Marksizm, etnik kimlik gibi birçok kimlik ve farklılık konusundan birazını yapmaya çalışan ama hiçbirinde başarılı olmayanlar. Üçüncüsü, tam olarak 'iktidarın karşısında olanlar'. Bu üçüncü gruptakiler toplumdaki etik rollerinin bilincinde olarak üretiyorlar ve geleceğin sanat tarihinde onlar yer alacak.


(Hülya Küpçüoğlu ile gerçekleştirdiğimiz röportaj 27 Ağustos 2010 tarihli Habertürk Gazetesi'nde yer almıştır.)

23 Ağustos 2010 Pazartesi

VALLA, ‘YEMİN EDEBİLİRDİM!’


VALLA, ‘YEMİN EDEBİLİRDİM!’
FOUCAULT’NUN, BAUDRİLLARD’İN RUHU BU SERGİDE GEZİNİYOR!
Valla, ‘Yemin Edebilirdim!’
FIRAT ARAPOĞLU

Şimdinin, yaşanılan anın yansıdığı, ilk etapta geçmişin ve geleceğin olmadığı, aktüel bir görüntü Daire Sanat’ın odalarından birisindeki duvar yansıtılmış. Webcam ve diğer basit malzemelerin bir araya getirildiği akvaryumda teknolojinin kullanımı, karmaşık multimedyatik şovların aksi bir istikamette, oldukça başarılı. Tabii kişinin kendi görüntüsünü deneyimlemesi Bill Viola, Bruce Nauman dahil sanat tarihinde birçok kez rastlanılan bir durum, ama bu sefer farklı bir noktada.
Daire Sanat’ta 10 Ağustos’ta açılışı yapılan ve Yeni Zelandalı beş genç sanatçıyı bir araya getiren ‘Yemin Edebilirdim’ sergisinin basın sunumundaki coğrafi olarak ‘izole bir konumda’ bulunduğu tespiti dikkatimi çekmişti ve bunu bir problem olarak görmüştüm. Avrupa’ya olan uzaklık ya da bir ‘ada kültürü’ olması üzerinden böyle bir okuma, ‘Batı Sanatı’ kavramının alaşağı edildi bir süreçte, hiç de gerekli bir his olarak gelmiyor bana. 2009 verilerine göre dünyanın en güvenlikli bölgelerden birisi olan Yeni Zelanda’da sanatçı kendini izole edilmiş hissederse, sözcüğün tam anlamı ile Gazze’li sanatçı nasıl hissetmeli kendisini? Neyse, Lindsberg’in prostetik hafıza teorisi ve tıptaki ‘hayalet organ sendromu’ ve bunun medya ile olan ilişkisini sorgulayan sergiye daha yakından bakalım.
HİPERGERÇEKLİK – SİMÜLASYON
Baudrillard ‘Simulakrlar ve Simulasyon’ isimli eserinde şöyle söylüyor: “Hipergerçeklik ve simülasyon, insanı her türlü ilke ve amaçtan caydırabildiği gibi, bu caydırma yeteneğini uzun süre kendisinden yararlanmış olan iktidara karşı da kullanabilmektedir”. Galerinin girişindeki Conor Clarke’ın üç çalışmasında, bu teorinin izdüşümleri gözlemlenebiliyor.
“Rummelsburger See Etrafındaki İstasyonları Gözlemek” isimli seride, Berlin’in eski endüstri bölgesi Stralau Peninsula’yı turist bakışı ile gözlemleyen Clarke, pitoresk bir manzara formunda, endüstrinin doğayı dönüştürümünü iktidar ve kapitalist üretim biçimine karşı kullanıyor. Bu fotoğrafların karşısında yer alan Trenton Garrat’ın interaktif işi ‘Kovma/Kabul’, ‘out of’ (dışında/..mış) kalıbının biteviye devam ettiği radyo yayının altında yer alan, kontrol dışı, gözden çıkmış vb. sözcüklerin yer aldığı bir metin ve ses arası bir ‘sessel/görsel şiir’ uygulamasını, görsel sanatlar içerisine bir enstalasyonla dahil ediyor. Fluxus sanatçılarından Emmett Williams ve Daniel Spoerri’nin ‘somut şiir’ olarak adlandırılan şiirsel deneyimlerini de içeren çalışma, prostetik hafıza teorisine referans veriyor.
GÖRDÜĞÜN GİBİ DEĞİL!
Serginin vurucu işlerinin başında Mark Henley’nin ‘Buzdağı Teorisi’ işi geliyor. Sanatçı, Galata’da açılan ‘Belirsizlikleri Göğüsleyebilme Becerisi’ sergisindeki ‘Bütünlük: Yapısal ve Aksi Halde’ çalışmasında alelade bir nesnenin farklı parçalarından, ayna yardımı ile bir yanılsama efekti yaratmıştı. Buradaki işi ise, gerçek zamanlı (real-time) olarak izleyicinin görüntüsünü anında tespit edip, yansıtan bir webcam ve webcam’in yer aldığı bir akvaryumdan oluşuyor. Bu gerçek zamanlı yansıtma, izleyicinin görüntüsünü duvarda görebilme manevralarında bir transformasyonu yansıtıyor. Bu katalogdaki yazıda, ‘taşıt tutması’ olgusu ile açıklanmış. Henley’in yarattığı etki, Nikos Navridis’in ilk olarak Rosa Martinez küratörlüğünde 51. Venedik Bienali’nde sergilenen ve 2006’da da İstanbul Modern ‘Venedik-İstanbul’ sergisinde kurulan ‘Breath (On Beckett)’ çalışmasının yarattığı olgu-zaman arasındaki farklı ilişkiselliği andırıyor. Buradaki gerçek zamanlı görüntü algı sorununu yansıtırken, Navridis’in işi de sadece 30 saniyelik bir çekimin loop’lanmasıydı. Serginin sunumundaki imge olarak da kullanılan ‘Ayak Uydurmak’ çalışması ise, aynı kavramlara antropomorfik bir gönderme yaratırken –kürek, el ilişkisindeki protez konumu–, Stelarc’ın protezlerini de akla getiriyor.
BEDEN PARÇALARI VE SUÇ BENDE!
Veronica Manchego’nun görselliğinin kalitesi ile dikkat çeken ‘Mağaralar’ videosu, hayvan ve insan bedenlerinin parçalarından oluşuyor. Daire Sanat’ın genellikle videolarının sergilendiği odadaki çalışma, parça-bütün ilişkisini kavramsallaştırma açısından önemli. Ne var ki, Henley, Clarke gibi isimlerin çalışmalarının yanında çok daha naif kalıyor. Cam O’Connell’ın kolektif ve komünal hafızayı sorguladığı ‘Mea Culpa’ serisi, medyatik ama popüler olmayan topluluk imgelerinin yansıtıldığı ama bunun Kartezyen bir grafikle sunulduğu desenlerle sonuçlanıyor.
Prostetik Hafıza, Hayalet Uzuv Sendromu ve bunun medyadaki kullanımı. Kültürel teknoloji ve dolayısıyla sanat da bunu kullandığında yine bir ‘kurgu’ üzerinden hareket edilmiyor mu? Bu da aslında sanatın ‘manipülasyon’ araçlarından biri olabilme, bu şekilde kullanılabilme olasılığını göstermez mi? Öte yandan, elbette ki prostetik hafıza tarihin derinliklerine atılmak istenen, unutturulmak istenen trajedileri görünür kılma yolunda da kullanılacak. Tabii o zaman da şu soru karşımıza çıkacaktır, kimin acısı daha büyük? Ve buna kim karar verecek? Yemin Edebilirdim sergisi bu ve bunun gibi sorgulamaları içererek, sezonun daha henüz tam açılmadığı bir süreçte az, ama etkili bir nefes aldırıyor. Daire Sanat’ta 4 Eylül’e kadar izleyebilirsiniz.
(23 Ağustos 2010 tarihli Birgün Gazetesi'nde yayınlanmıştır; yazının basımında başka bir sergiye dair araştırmamdan dolayı farklı sanatçıların isimleri yanlışlıkla basıldı, editörüm Ali Şimşek'e düzeltme yazısına dair talebimi ilettim F.A.)

17 Ağustos 2010 Salı

Kimlikler Lütfen!/IDs Please!



Cer Modern Fırat Arapoğlu küratörlüğündeki ‘KİMLİKLER LÜTFEN!’ sergisini Ankaralılarla buluşturuyor. 12 Ağustos-17 Eylül tarihleri arasında Fırat Arapoğlu küratörlüğündeki ‘KİMLİKLER LÜTFEN!’ sergisinde sanatçılar; Yeni Anıt, Nancy Atakan, Fatih Balcı, Ergin Çavuşoğlu - Konstantin Bojanov, Elif Çelebi, Orhan Cem Çetin, Didem Dayı, Kardelen Fincancı, Tina Fischer, Genco Gülan, İnsel İnal, Gaye Yazıcıtunç İnal, Şükran Moral, Ali İbrahim Öcal, Mehmet Öğüt, Hülya Özdemir, Arzu Parten, Öykü Potuoğlu, Çağri Saray, Rüçhan Şahinoğlu ‘kimlik’ kavramını değişik bir bakış açısıyla gözler önüne seriyorlar. Küratör Arapoğlu bu serginin konusu ile ilgili olarak ‘’Sanat kendisini kimlik tartışmalarından soyutlayamaz, ve ortaya bir kimlik sorunsalını koyabilmek için de öncelikle kimlikler ileri sürmesi gerekir. Ancak bunun arkasından öteki ile ilişkiye geçebilir’’ diyor. Serginin açılışı İnsel İnal’ın ‘Masaj/Mesaj’ performansı ile gerçekleşecek. Sergiye daha sonra Fırat ARAPOĞLU, Ulus BAKER ve Rahmi ÖĞDÜL’ün metinlerinin de yer alacağı katalog eşlik edecek. Sanatseverler bu sergiyi ücretsiz olarak gezebilecekler.
12 Ağustos 2010 Birgün

Cer Modern’de iki sergi birden

Ankaralı sanatseverler, 10 ve 12 Ağustos tarihlerinde iki yeni sergi ile buluşuyor. Cer Modern-de açılacak olan sergilerden ilkinin adı, ‘İnteractive’, ikincisinin adı ise ‘Kimlikler Lütfen!’

Cer Modern 10 Ağustos Salı günü Yılmaz Zenger küratörlügündeki Gülay Alpay ‘interactive’, 12 Ağustos Perşembe günü Fırat Arapoğlu küratörlüğündeki ‘Kimlikler Lütfen!’ sergilerini Ankaralılarla buluşturuyor.
Özel ışıklı odalar
10 Ağustos-15 Eylül tarihleri arasında Ankaralıların beğenisine sunulacak olan Gülay Alpay ‘interactive’ sergisinin en önemli özelliği ismi gibi interaktif bir sergi olması. Ankaralı sanatseverler ile birlikte Ankara Çocuk Üniversitesi’nin minik öğrencileri de Gülay Alpay ile bu özel ışıklı odaların ipek duvarlarını diledikleri gibi boyayıp sergiye aktif olarak katılabilecekler. Alpay’ın resimleri Yılmaz Zenger’in tasarımları ile birleşince şeffaf, ışıklı, sesli ve çok boyutlu bir sanat objesine dönüşerek Cer Modern’in muhteşem atmosferinde sergiye katılanları büyüleyecek. İnal’ın ‘Masaj/Mesaj’ isimli performansı 12 Ağustos-17 Eylül tarihleri arasında ise Fırat Arapoğlu küratörlüğündeki ‘Kimlikler Lütfen!’ sergisinde ise sanatçılar Yeni Anıt, Nancy Atakan, Öykü Potuoğlu, Fatih Balcı, Ergin Çavuşoğlu, Konstantin Bojanov, Elif Çelebi, Orhan Cem Çetin, Didem Dayı, Kardelen Fincancı, Tina Fischer, Genco Gülan, İnsel İnal, Gaye Yazıcıtunç İnal, Şükran Moral, Ali İbrahim Öcal, Mehmet Öğüt, Hülya Özdemir, Arzu Parten, Çağri Saray, Rüçhan Şahinoğlu ‘kimlik’ kavramını değişik bir bakış açısıyla gözler önüne seriyorlar. Küratör Arapoğlu bu serginin konusu ile ilgili olarak ‘’Sanat kendisini kimlik tartışmalarından soyutlayamaz, ve ortaya bir kimlik sorunsalını koyabilmek için de öncelikle kimlikler ileri sürmesi gerekir. Ancak bunun arkasından öteki ile ilişkiye geçebilir’’diyor.

Hürriyet Ankara 18 Ağustos 2010

Cer Modern iki yeni sergiye ev sahipliği yapıyor

Cer Modern, 10 Ağustos Salı günü Yılmaz Zenger küratörlügündeki Gülay Alpay 'İnteractive', 12 Ağustos Perşembe günü de Fırat Arapoğlu küratörlüğündeki 'Ben'ler, Sen'ler, O'nlar' sergilerini Ankaralılarla buluşturuyor.

ANKA

Ankara- Gülay Alpay 'interactive' sergisinin en önemli özelliği ismi gibi interaktif bir sergi olması. Ankaralı sanatseverler ile birlikte Ankara Çocuk Üniversitesi'nin minik öğrencileri de Gülay Alpay ile bu özel ışıklı odaların ipek duvarlarını diledikleri gibi boyayıp sergiye aktif olarak katılabilecekler.

Alpay'ın resimleri Yılmaz Zenger'in tasarımları ile birleşince şeffaf, ışıklı, sesli ve çok boyutlu bir sanat objesine dönüşerek Cer Modern'de izleyenlerini bekliyor olacak. Alpay'ın dış etkilere dayanıklı 'ipek' Resim Odasının şeffaflığı hem içinden hem de dışından görünürlüğüne olanak verirken, görmekle yetinmeyip içinde dolaşmak isteyenler için de masalsı bir dünyanın kapılarını açacak. Sergi 15 Eylül'e kadar görülebilecek.


Ben'ler, Sen'ler ve O'nlar

Fırat Arapoğlu küratörlüğündeki 'Ben'ler, Sen'ler, O'nlar' sergisinde ise sanatçılar Yeni Anıt, Nancy Atakan, Öykü Potuoğlu, Fatih Balcı, Ergin Çavuşoğlu, Konstantin Bojanov, Elif Çelebi, Orhan Cem Çetin, Didem Dayı, Kardelen Fincancı, Tina Fischer, Genco Gülan, İnsel İnal, Gaye Yazıcıtunç İnal, Şükran Moral, Ali İbrahim Öcal, Mehmet Öğüt, Hülya Özdemir, Arzu Parten, Çağri Saray, Rüçhan Şahinoğlu 'kimlik' kavramını değişik bir bakış açısıyla gözler önüne seriyorlar. Küratör Arapoğlu bu serginin konusu ile ilgili olarak ''Sanat kendisini kimlik tartışmalarından soyutlayamaz, ve ortaya bir kimlik sorunsalını koyabilmek için de öncelikle kimlikler ileri sürmesi gerekir. Ancak bunun arkasından öteki ile ilişkiye geçebilir''diyor. Serginin açılışı ise İnsel İnal'ın 'Masaj/Mesaj' performansı ile gerçekleşecek. "Ben'ler, Sen'ler ve O'nlar" 12 Ağustos'tan 17 Eylül'e kadar açık olacak. Sanatseverler bu sergileri ücretsiz olarak gezebilecekler.

(Cumhuriyet 18 Ağustos 2010 - Serginin adını son anda değiştirmiştim, ama basın bildirisi birkaç yere dağıtılmış olduğundan sergi bazı yerlerde eski adı ile geçti, demek bu da başa gelebiliyormuş!)

Cer Modern’de iki yeni sergi
CER Modern 10 Ağustos Salı günü Yılmaz Zenger küratörlügündeki Gülay Alpay ‘İnteractive’, 12 Ağustos Perşembe günü de Fırat Arapoğlu ...
CER Modern 10 Ağustos Salı günü Yılmaz Zenger küratörlügündeki Gülay Alpay ‘İnteractive’, 12 Ağustos Perşembe günü de Fırat Arapoğlu küratörlüğündeki ‘Ben’ler, Sen’ler, O’nlar’ sergilerini Ankaralılarla buluşturuyor.
Gülay Alpay ‘interactive’ sergisinin en önemli özelliği ismi gibi interaktif bir sergi olması. Ankaralı sanatseverler ile birlikte Ankara Çocuk Üniversitesi’nin minik öğrencileri de Gülay Alpay ile bu özel ışıklı odaların ipek duvarlarını diledikleri gibi boyayıp sergiye aktif olarak katılabilecekler.
Alpay’ın resimleri Yılmaz Zenger’in tasarımları ile birleşince şeffaf, ışıklı, sesli ve çok boyutlu bir sanat objesine dönüşerek Cer Modern’de izleyenlerini bekliyor olacak. Alpay’ın dış etkilere dayanıklı ‘ipek’ Resim Odasının şeffaflığı hem içinden hem de dışından görünürlüğüne olanak verirken, görmekle yetinmeyip içinde dolaşmak isteyenler için de masalsı bir dünyanın kapılarını açacak. Sergi 15 Eylül’e kadar görülebilecek.
Fırat Arapoğlu küratörlüğündeki ‘Ben’ler, Sen’ler, O’nlar’ sergisinde ise sanatçılar Yeni Anıt, Nancy Atakan, Öykü Potuoğlu, Fatih Balcı, Ergin Çavuşoğlu, Konstantin Bojanov, Elif Çelebi, Orhan Cem Çetin, Didem Dayı, Kardelen Fincancı, Tina Fischer, Genco Gülan, İnsel İnal, Gaye Yazıcıtunç İnal, Şükran Moral, Ali İbrahim Öcal, Mehmet Öğüt, Hülya Özdemir, Arzu Parten, Çağri Saray, Rüçhan Şahinoğlu ‘kimlik’ kavramını değişik bir bakış açısıyla gözler önüne seriyorlar. Küratör Arapoğlu bu serginin konusu ile ilgili olarak ‘’Sanat kendisini kimlik tartışmalarından soyutlayamaz, ve ortaya bir kimlik sorunsalını koyabilmek için de öncelikle kimlikler ileri sürmesi gerekir. Ancak bunun arkasından öteki ile ilişkiye geçebilir’’diyor. Serginin açılışı ise İnsel İnal’ın ‘Masaj/Mesaj’ performansı ile gerçekleşecek. “Ben’ler, Sen’ler ve O’nlar” 12 Ağustos’tan 17 Eylül’e kadar açık olacak. Sanatseverler bu sergileri ücretsiz olarak gezebilecekler. ANKARA

(5 Ağustos 2010 Evrensel)


8 Ağustos 2010 Pazar


KİMLİKLER LÜTFEN!/IDs PLEASE!

12 Ağustos - 17 Eylül 2010 – CER MODERN, Açılış: 19:00

http://www.cermodern.org/

Küratör/Curator: Fırat Arapoğlu

Yeni Anıt
Nancy Atakan
Öykü Potuoğlu
Fatih Balcı
Ergin Çavuşoğlu – Konstantin Bojanov
Elif Çelebi
Orhan Cem Çetin
Didem Dayı
Kardelen Fincancı
Tina Fischer
Genco Gülan
İnsel İnal
Gaye Yazıcıtunç İnal
Şükran Moral
Ali İbrahim Öcal
Mehmet Öğüt
Hülya Özdemir
Arzu Parten
Çağrı Saray
Rüçhan Şahinoğlu

Açılış: 12 Ağustos

Açılış Performansı: İnsel İnal, Masaj/Mesaj


KİMLİKLER LÜTFEN!

Oysa yeni, zor düşünme biçiminin bir işareti olabilir.
Susan Sontag

Kimlik sözcüğü, kim ya da ne olunduğunu tanımlayan, bu kim olmanın sınırlarını çizen ya da onu belirleyen bir işlev görmektedir. Bu aynı zamanda, bir yakınlığı veya ilişkiselliği de gösterirken; farklılık kavramı ise, farklı olma durumunu, aynı olmamayı tanımlıyor ve başkalık, ayrımlılık anlamlarını içeriyor.

Üst-söylemler sanatın sınıf çelişkileri, kadın, gay/lezbiyen, göçmen, etnik köken gibi marjinal kimlikler konularını içermeyeceğini öne sürmekteydi/sürmektedir. Halbuki, sınıf çelişkilerinden kaçınılamaz. Aksine, bu noktada egemen bir ideoloji ve tek-söylemlilik yerine, çoğulculuğa ve demokrasiye dayalı tartışmacı bir sanat ve sanat tarihinin gerekliliğini göstermek ve 1990’lardan bu yana artan bir ivmeyle devam eden, Çağdaş Türkiye Sanatı içerisindeki “soykütük” ve “demokrasi” tartışmalarını geliştirmek gerekiyor.

Sanat kendisini kimlik tartışmalarından soyutlayamaz ve ortaya bir kimlik sorunsalını koyabilmek için de, öncelikle “kimlikler” ileri sürmesi lazım. Ancak bunun arkasından “öteki” ile ilişkiye geçebilecektir.

Fırat ARAPOĞLU


ID’S PLEASE!

But the new can be the sign of difficult thinking.
Susan Sontag

The term “identity” has a function of describing who you are or what you are, and of defining the boundaries of or determining who you are. While it shows at the same time closeness or relationality, the concept of difference describes the state of being different and of being not the same and includes the connotations of dissimilarity, differentiation.

Over-discourses have argued and still they do, that art does not include marginal identity issues such as the contradictions of class, femininity, gayness/lesbianship, migration, ethnic origin. However it is not possible to avoid contradictions of the class. Rather it is necessary to show the necessity to have a disputant art and history of art based upon pluralism and democracy should become argued instead of a hegemonic ideology and uniform discursivity, and also necessary to feed the discussions of “genealogy” and “democracy” accelerated from 1990s onwards within the Contemporary Turkish Art.

It is true that art can not isolate itself from the discussions of identity and that it should assert “identities” first in order to postulate an identity problematic. Only henceforth it can relate with the “Other”.

Fırat ARAPOĞLU




24 Temmuz 2010 Cumartesi

KRİZ SANATA NASIL YANSIYOR?


KRİZ SANATA NASIL YANSIYOR?
FIRAT ARAPOĞLU
İstanbul AKB 2010 kapsamında Sanat Limanı’nda, Sofia Sanat Galerisi şef küratörü Maria Vassileva, sanatçı Luchezar Boyadjiev ve küratör Iara Boubnova’nın eş-küratörlüğünü üstlendikleri ‘Kredi Ötesi’ sergisi, Antrepo 5’te ‘Küçük Kara Balığı’, ‘İstanbul Otherwise’ ve ‘Uluorta’ sergileri ile birlikte açılışını yapmıştı. Bazı ülkeleri “teğet geçse” de, küresel ölçekte hissedilen 2008 ekonomik krizi sonrası, bu krizin kültürel etkilerini ve geleceğe dair olası yansımalarını sorgulayan sergide küratörler, bu bağlam içerisinde çeşitli ülkelerden, farklı yaş ve statülerden 20 sanatçıyı bir araya getiriyorlar.
‘MEVSİMLİK İŞÇİ’ OLARAK SANATÇI
Sergi sizi Stefan Nikolaev’in ‘Cry Me a River’ çalışması ile karşılıyor. Bakır – altın kaplama malzemeden duvara gömülmüş olan banka ATM’si, izleyiciye Arthur Hamilton’ın aynı addaki dizelerini anımsatıyor.
Hemen bu çalışmanın arkasındaki alanda, serginin diğer vurucu işlerinden birisi olan Luchezar Boyadjiev’in ‘GastARTbeiter’ çalışması görülebiliyor. 1990’lardan 2000’e kadar ‘Batı’nın Doğu Avrupalı bir sanatçı olarak kendisi için harcadığı masrafların kalemlerini tutan Boyadjiev, ulaşım biletleri, otel masrafları, harcırahlar, ödüller, rezidanslar, kataloglar ve prodüksiyon maliyetlerini gözler önüne seriyor. Ortadaki toplam rakam ise 130 bin, hatta 150 bin dolar civarında. Böylece ‘sözde’ batının, doğu Avrupa kökenli bir sanatçıya yapmış olduğu 10 yıllık bir yatırımın muhasebe hesaplarına şahit olabilirsiniz. 4. İstanbul Bienali ve 6. İstanbul Bienali’nden de hatırlanılacağı üzere Boyadjiev, toplumsal yapıdaki birçok çelişkili durumu sorgulayan ve göstergebilimsel analizler geliştiren bir sanatçı. Sözünü estetik bulutun arkasına çok da gizlemeyen, dili açık, sözünü esirgemeyen işleri ile sanatseverleri şaşırtmaya devam ediyor Boyadjiev. Çalışmanın adının, Almanya’ya göçmen olarak çalışmaya gelenler için kullanılan ‘gastarbaiter’dan türemesi de gereken kavramsal içeriği, ironik bir şekilde kapsayabiliyor.
KOMÜNİZM ASLA OLMADI Kİ!
Antrepo’nun girişinden itibaren aksındaki duvarda karşılaşılan Cipran Muresan’ın ‘Communism Never Happened’ (Komünizm Asla Olmadı) çalışması, içerisinde zaman ve tarih arasındaki anakronik sorunları işaret etmesi açısından önemli bir iş. Bugün gelinen noktada, krallıklar, komünizm ve liberalizm arasındaki süreçselliklerde kendisini arayan ve temsil eden/edilen Doğu Avrupa’yı, Winston Churchill “Tüketebileceğinden çok daha fazla tarih üretmiş” olarak imlemişti. Bu yönetimsel tutumlar bir yana, çalışma Doğu Avrupa coğrafyasının taşıdığı paradoksları görünür kılarken, 11. Bienal’deki bazı karamsar ya da kötü mizahi tutumdaki çalışmaların aksine, belki de tekrar bir araya gelebilmenin yollarını, post-komünist bir sürecin yaşanma olasılığına bırakıyor.
Martha Rosler’ın işlerinin mirasını taşır bir biçimde sergide yer alan sanatçılardan Cristina Lucas da, işlerine aşina olduğumuz sanatçılardan. Küratörlüğünü Hou Hanru’nun yaptığı 10. Uluslararası İstanbul Bienali’nde “Pantone” adlı çalışması ile Entre – Polis’te (Antrepo 3) yer alan alan sanatçı, burada İÖ 500’den 2007’ye siyasi haritaların değişimini gösteren bir animasyon sergilemişti. Bu sergideki “Ekonomik Popüler Avrupa” çalışmasında, bozuk paralara yerel dillerde verilen isimlerle dünyasal ölçekte paranın durumlarını gösteriyor. Böylece yerel bilgiye dair estetik bir kodun, ekonomik yansıması görülebiliyor. Deneyimli isimlerden, 2005’te hayata veda eden ünlü küratör Harald Szeeman’ın eşi olan Ingeborg Lüscher ise, ‘Füzyon’ adlı, 42. Venedik Bienali’nde de gösterilen ve futbolun “endüstriyel futbol” kavramının kıskacı altındaki yapısını yansıtan bir çalışma ile sergide yer alıyor.
ERİYEN PARA
Bir ülkenin parası esas alınarak –bu elbette ABD doları ya da avro oluyor– diğer iki ülkenin parası, bu esas alınan ülkenin parası ile değerlendirilir. Parite olarak adlandırılan bu olgu, çapraz kur listeleri ile hazırlanır. Boyadjiev’in ‘GastARTbeiter’ işine referans verir biçimde, ona yakın konumlandırılan Nedko Solakov’un ‘Bahis’ çalışması, paranın değişim değeri olarak kapitalist aracılar arasında nasıl yok olduğunu gösteriyor. 28 Ocak 2002 tarihinde Danimarka’nın Herning şehrinde 1000 Danimarka kronu –Danimarka avroya geçmeyi reddetmektedir– ABD dolarına çevrilir, sonra yine Danimarka kronuna, sonra yine ABD dolarına ya da avroya. Bu şekilde birbirlerine çevrilerek devam eden süreç, en sonunda para bozulamayacak kadar eriyene kadar devam eder. Paranın totalini, bu dönüştürümler esnasında komisyonlar ve satın alma – satma kurlarındaki pariteler götürmüştür.
Bu sütunda sanatçıların tümüne değinmem çok zor. Ama serginin ekonomik kriz sonrası çizdiği gelecek panoramasının, arzu edildiği kadar zaten yaşanan da bir süreç olduğunu söylemek olası. Atina’daki ekonomik sorunlar karşısında AB’nin aldığı tavır, zaten yıllardır bu coğrafyaya da layık görülendi. Sofya’nın çektiği ekonomik sıkıntı, komşu ile beraber yaşanılan süreçlerden izler taşıyor. Bu bağlamda, kredimiz “komşilere” zaten hep açık. Bu gelecek dönemde, küratörlerin de belirttiği gibi, elimizde bulunan tek güç “kimliklere, güvene dayalı yeni ‘kredi’ zincirleri”. Yapılması gereken, siyasi üst-yapısal kodlamalardan ivedilikle uzaklaşarak, komşuların kimliğine duyulması gereken güven ve bu güven ortamını oluşturmak için gereken adımları atabilmek. Temel hareket noktalarından birisi de bu olan sergiyi, 25 Temmuz’a kadar Antrepo 5’te izleyebilirsiniz (Tel. 0212 - 243 90 74).
(21 Temmuz 2010 tarihli Birgün Gazetesi'nde yayınlanmıştır.)

9 Temmuz 2010 Cuma

British Museum "Moral" Kazandı


Fırat ARAPOĞLU

Göçmenler, hayat kadınları, akıl hastaları, gay/lezbiyenler gibi toplumun öteki ve marjinal kimliklerinin görünür kılınmalarına dair çalışmaları ile tanınan Şükran Moral’ın “Bordello” (Genelev) çalışması, Casa Della Arte’nin de katkısıyla, British Museum Koleksiyonu’na dahil edildi. Ahu Antmen’in, haklı olarak, Türkiye’de performans sanatının “ana kraliçelerinden” birisi olarak imlediği Moral, 1997 yılında Yüksek Kaldırım’da bir genelevde gerçekleştirdiği 24 saatlik performansında, mekana bir hayat kadını kılığında sızmıştı. Koleksiyona dahil edilen 2010 tarihli 80x58 cm. boyutlarındaki çalışma, bu performanstaki enstantanelerden birisi üzerinden hareket ediyor.

Sanatçı performans esnasında genelev kapısına “çağdaş sanat müzesi” yazmış ve önündeki sandalyede oturan, genelev çalışanlarından birisi olan yüzü örtülü kadın da elinde “for sale” (satılık) yazan bir kağıdı tutmuştu. Burada sanatçı, “müze” ve “sanatçı” kavramlarını, “genelev” ve “fahişe” kavramları üzerinden sorgulamaktaydı. Koleksiyona alınan çalışmada da, merkezde yüzü örtülü kadın görülürken, hemen arkasında sarışın bir kadın (Şükran Moral) yer alıyor. Resmin solundan çıkan yaratığınsa, erkekliği, erkek egemen sistemi ve onun saldırganlığını yansıttığı netlikle görülebiliyor.

Feminizm ve Sanat Tarihi

Aynı çalışma incelikli bir sanat tarihi eleştirisini de içerisinde taşımakta ve sanat tarihinin temel bir prensibine referans veriyor: “Estetik bakış nesnesini deneyimler, ırzına geçmez”. Sanatçı birçok çalışmasında, kadın bedeninin ikili rollerini netlikle ortaya koymaya çalışıyor. Bu sadece Genelev’de değil, 1 Temmuz’da açılışı yapılan, İtalya ve Türkiye Arasında Çağdaş Sanatçılar sergisindeki Roma Mitolojisi’ndeki Cimon ve Pero öyküsünü konu edinen “Pero” çalışmasında da görülebiliyor. Bu kadın bedeninin ikili olma durumunu Joanna Frueh’ten aktaralım: “Bunlardan birisi kadın bedeninin kirli ve tehlikeli olup, kötülük sunmasıdır. Diğeri ise kadın bedeninin kutsal, besleyici ve aseksüel görülmesidir. Anne – Fahişe ideolojisi kadınların, bırakın aşk hayatı bir yana, kendi vücutları ile bile rahat olmasını engellemektedir”.

Genelev çalışması, geçen yıl Radikal Gazetesi’nde vurgulandığı gibi, 1975 yılında Marina Abramoviç’in Red Light District’teki (Amsterdam) “The Role Exchange” çalışmasının izlerini üzerinde taşıyor, ama elbette belirli farklılıkları içerisinde barındırarak. Abramoviç’in performansı rol değişimi üzerine odaklanırken, Moral böyle bir şey geliştirmedi. Abramoviç’in çalışmasının dokümantasyonu Ulay’ın fotoğraflarından ve metinlerden oluşurken, Moral 5. İstanbul Bienali’ndeki “Speculum”da bu çalışmayı performans videosu olarak sergiledi.

Şükran Moral’ın net üslubu ve mesajları nedeniyle üzerine olan tartışmalar yakın gelecekte de sürecek gibi görünüyor. Yarattığı gerilim, kimlik ve farklılığın açıktan vurgulanması ile birinci dalga feminist sanat pratikleri ile özellikle uyuşmakta. Aldığı eleştiriler de, çoğunlukla, 1970’lerin ilk dalga teori ve pratiklerinin, 1990’lardaki sunumu nedeniyle. Bu bir anakronizma olarak okunabilir, ama aynı teknik ve prosedürlerin farklı zamanlarda farklı anlamlara geleceği de unutulmamalı. Sanat tarihindeki “who-done-it-first” (ilk kim yapmış) sendromu, bazen gösterge okumalarından sapılarak, hafiyeliğe soyunulmasına yol açabiliyor. Ayrıca hem teorik hem de pratik düzeyde feminist sanat pratikleri içerisinde birçok farklılığın yer alması da, kategorizasyon sıkıntılarına yol açmakta. Belki de bu nedenlerle, günümüzde feminizmi “tarihselleşen” bir olgu olarak gören Nezaket Ekici gibi bazı kadın sanatçılar, “feminist” sözcüğünden ısrarla kaçınıyorlar. Bu bağlamda tek bir feminist sanat tipinden değil, çoklu feminist/feminist gibi yaklaşımlardan söz etmek gerekli. Moral, hakkındaki olumlu – olumsuz eleştirilerle, uluslararası alanda ve Türkiye’de ses getirmeye devam ediyor ve British Museum’a eserinin alınması, sanatçı ve Türkiye Sanatı açısından farklı bir “meşrulaştırma” politikasının izi olarak da okunabilecek.

(9 Temmuz 2010 tarihli Birgün Gazetesi'nde yayınlandı.)

30 Haziran 2010 Çarşamba

TEMSİL KRİZİ BAĞLAMINDA ‘KADIN’

FIRAT ARAPOĞLU
TEMSİL KRİZİ BAĞLAMINDA ‘KADIN’
Beral Madra’nın direktörlüğünde devam eden Taşınabilir Sanat Projeleri’nin 12.si olarak Uluorta sergisi, Derya Yücel ve Azerbaycan’dan Sabina Shikhlinskaya’nın küratörlüğünde çeşitli ülkelerden 11 kadın sanatçının video çalışmaları ile kadın kimliği ve farklılığı konularını sorguluyor.
GÖRSEL SANATLARDA KADIN VE ULUORTA
Sanat dünyası sermaye, sınıf çelişkileri, etnik köken, cinsiyet ayrımcılığı gibi konuları dışlama arzusunda, yani diğer bir deyişle, bu konuların sanatın kapsamına girmediğini öne sürmekteyken, sistem olarak daima ‘erkek’, ‘heteroseksüel’, ‘beyaz’ ve ABD/Avrupa merkezli sanatçı profilini yüceltmektedir. Bu yapının altını kazıyan unsurlardan birisi olarak kadın sanatçılar da, mikro çıkışlı işler üreterek, sistemi yapı-söküme uğratmaya ve ‘erkek egemen’ yapısını deşifre etmeye çalışıyor.
Uluorta sergisi, Bahar Behbahani’nin ‘Safran Çayı’ çalışması ile izleyicisini karşılıyor. İranlı sanatçı düş ile gerçeklik, geçmiş - gelecek, gençlik -yaşlılık gibi ikili okumaları, standartları yüksek bir video çalışması ile sunuyor. Behbahani, daha önceleri Judy Chicago gibi sanatçıların işleri ile beraber sergilerde yer alan bir sanatçı. Norveç’li iki sanatçıdan Eli Glader, Azerbaycan’da kadınlar hapishanesindeki camera verite (gerçek çekim) ile yaptığı kayıtları sekiz kanallı bir video yerleştirme ile sunuyor ve hapishanenin yatakhane, yemekhane gibi farklı alanlarına şahit olunuyor. Else Leivrik’in kadın deseni ise, görselliği ile ön plana çıkarak, tarz olarak diğerlerinden uzak bir görüntüde.
Ayşe Böhürler, siyasi kimliği ve yazarlığı ile medyada göz önünde olan isimlerden birisi. Bu sergide, ‘Duvar’ isimli belgeselinin çekimlerinden kurguladığı ‘Her Günkü Dünya’ isimli çalışma ile yer alıyor. Çalışması, serginin konsept metni ile uyumluluk içerisinde, üst-söylemsel geri kalmışlık vb. okumaların aksine, kişiselliklere veya toplumsallıklara odaklanan bir iş. Siemens Sanat’ın Sınırlar Yörüngeler 02 ve 06’daki işleri ile hatırlayabileceğiniz Hatice Karadağ, ‘İsimsiz’ videosuyla kadının toplumdaki temsili krizine, kendisini sunumu konularına gönderme yapıyor. Gül Ilgaz’ın, ‘İki Kanat’ çalışması örtme, örtünme, kamusal alandan tecrit edilme konularına odaklanırken Karadağ’ın ve Yeşim Ağaoğlu’nun çalışmalarına referans veriyor. Ağaoğlu da, kadının kamusal alandaki görüntüsünü-etkisini yansıttığı çalışmasında, imgelerdeki ironileri, çelişkileri ve dramatik gerilimleri kullanıyor. Sophia Cherkezishvili’nin, ‘Koru Beni’ çalışmasıysa kadınların gözlerine odaklanarak, SSCB sonrası sorunlu bir bölgenin yaşadığı sıkıntıları kadınların gözlerinden yansıtıyor.
İTAATSİZLİĞİN GEREKLİLİĞİ
Serginin ağırlığı oldukça hissedilen üç işinden birisi Rena Effendi’ye ait. WHW küratörlüğündeki 11. İstanbul Bienali’nde ‘Boş Hayaller: Boru Hattı Boyunca Yaşanan Hayatların Bir Tarihi’ çalışmasından hatırlanabilecek sanatçı, National Geographic ‘All Roads’ dahil bir çok ödül sahibi. ‘Mutluluk Evi’ çalışması, bugünlerde etnik çatışmalarla gündeme gelen Kırgızistan’ın Oş kentindeki çekimlerden oluşturulmuş. Fergana Vadisi üzerinde uyuşturucu sevkıyatının odak noktalarından olan Oş, ayrıca Kırgızistan’ın düşük gelirli bir ülke olmasıyla, kadınların, erkeklerle beraber, çok rahat uyuşturucu ya da seks ticaretine düştükleri bir noktada. Effendi 2007 tarihli fotoğraf serisinde, evlilik törenlerinin ardından sizi kaçınılmaz gerçeklik olarak genelevlere ve uyuşturucu kullanımına şahit ediyor.
Nezaket Ekici’nin açılış performansı ‘İtaatsiz’, elbisesinin üzerinde yüzlerce kürdanla kişinin, sınırlarını göstermesi açısından önemliydi. Kimlik inşasını redderek, kürdanlarla bu sivri, ulaşılamazlığı veren Ekici, performans sonunda ise izleyicilerden seçtiği kadınları yanına çağırarak, nihai uzlaşmaya da ışık yaktı. Sanatçının ‘Kıyısız Nehir’ videosuysa, bedenin zaman - mekân içerisindeki konumunu sorunsallaştıran bir çalışma. Zaman nedir? Başlangıcı ve sonu nedir? Sınırlılıkları nelerdir? Zamanın ilerlemesindeki hızlılık - yavaşlık nosyonları nelerdir? Bunlar Ekici’nin çalışmasından sonra akla gelen sorulardan sadece bir kaçı. Değişik yaş gruplarına ait ve değişik coğrafyalardan gelen 11 kadın sanatçının gözünden ‘kadın kimliği’ konusunu 18 Temmuz’a kadar Antrepo 5’te izleyebilirsiniz.
(30 Haziran 2010 tarihli Birgün Gazetesi'nde yayınlanmıştır).

26 Haziran 2010 Cumartesi

Şeyh Uçmaz Mürit Uçurur

Sorgulanan Gerçeklik: Sanat’ta Žižek ya da Žižek Sanatı

Fırat ARAPOĞLU

Slavoj Žižek, “Sanat ya da konuşan kafalar”, çev. Mine Yıldırım, Encore Yayınları, İstanbul – 2009, 123 sayfa.

Ömer Naci Soykan, “Müziksel Dünya Ütopyasında Adorno ile Bir Yolculuk” adlı çalışmasında (2000), dipnotlarla ilgili olarak, Adorno’nun nerede bitip, kendisinin nerede başladığı konusundaki tespit edilemez durumu, net bir tavırla belirtmişti. Bu şu demek, birçok alanda çalışan bir yapı sunulduğunda, eklektik bir inşa oluşturulur ve bir noktadan sonra etkilenilenler unsurlar vb. her şey, sürece saptanamayacak bir biçimde sızar. Slavoj Žižek’te de, Lacan’ın nerede devreye girdiği ya da Hitchcock’un nasıl müdahil olduğu, aynen bu biçimde, bir noktadan sonra tespit edilemiyor. Bunun yanında, böyle olunca, felsefe, sinema ve psikanaliz gibi alanlar arasındaki sınırlarda salınan ve Lacan, Deleuze gibi önemli isimler üzerine olan okumalarla bunu besleyen bir yazarın, indirgemeci bir tutumla değerlendirildiğinde ne kadar hatalı bir yaklaşım geliştirildiği de görülüyor. Bunu Engin Ardıç’ın, “Yürü bre çorbacı, yürü…” başlıklı Sabah Gazetesi’nin 06.12.2009 tarihli yazısında görebilirsiniz. Bu hatadan maksimum oranda kaçınarak, Žižek’in “Sanat ya da konuşan kafalar” çalışması ile ilgili çıkarsamalara geçebiliriz.

Žižek’in daha kitabının hemen girişinde direkt Marcel Duchamp’a girmesi ve oradan asıl derdine, Hitchcock’a konuyu bağlaması ile günümüzün birçok yazarına ve akademisyenlerine mükemmel bir “temel düzeyde fikir beyan etme” dersi veriyor. Bir argüman geliştirilecekse, bunun için farklı üretim biçimlerinden aynı nitelikleri haiz bir olgu/olay örneklendirilir, böylece, bu konu özelinde, sanat üzerine yapılacak genellemelerin geçerliliği görsel sanatlarda Duchamp, sinemada Hitchcock ile deneyimlenmiş olunur. Peki, bu iki isim arasındaki ortak nokta nedir? Gayet basit; her ikisinin de kategorize edilemez bir boyutta olmaları. Geleneksel kategorilerden kaçtıkça - ki Žižek bunun felsefedeki örneğidir - minör oluşluk sağlanabilir ve o zaman Lacan gibi isimlerin sularında yüzülebilir.

Zizek Okumalarında Temel Felsefe Bilgisinin Gerekliliği

Žižek ile uğraşmak çok boyutlu bir okuma alışkanlığı gerektiriyor: Hegel, Marx, Lenin ve diğer sol okumalar ile birlikte sanat tarihi, film tarihi ve teorisi vb. Duchamp’ın “Pisuar”ı (1917) üzerine yazdıkları sanat tarihi ve sanat eleştirisinin birçok kez gözden kaçırdığı en temel niteliği gözler önüne seriyor: Pisuar, sergileme öncesi sergi mekanının ve bu mekanı belirleyen kuralların örtülü bir biçimde tanımlanması ile yaratıcı bir edim olarak okunabilir. Yani diğer bir deyişle “Bir sanat nesnesi olmak, nesnenin hali hazırda, mevcut bir özelliği değildir, “düşünümsel belirlenmesinin” (Hegel) bir özelliğidir” tespitinin tekrar-sunumu (s. 115, dipnot:2). Bu haliyle Žižek, bazı post-modern sanatçı ve aydınların unuttuğu, ama halkın çok daha önceleri tespit ettiği bir noktayı hatırlatıyor: Şeyh uçmaz, mürit uçurur! Bu, elbette, bir ölçüde - yazar kaçınsa da - Žižek için de geçerli. Ama bundaki suçu Machiavelli’nin eserini Mussolini’nin sahiplenmesindeki kadardır.

Yazar arkasından Sine-Göz başlıklı bölüm ile Hitchcock’un “Yükseklik Korkusu” filminin (1958) ayrıntılı analizine giriyor. Buradaki görsel ideoloji okumaları, sanat öğrencilerine ders kitabı olur nitelikte açık, net olgularla dolu. Rudolf Arnheim’in 1932 tarihli “Sanat Olarak Sinema”sındaki görsel algı niteliklerinin - büyük-küçük; yakın-uzak; cephe-profil çekimleri vb. - psikanalize tabi yorumlama örneklerini görerek, 1900 başlarının gestalt yaklaşımı ile, post-yapısalcı düşüncenin psikanalitik yorumlarının art ardalığı gözlemlenebiliyor (s. 25 vd.).

Estetik bakış nesnesini deneyimler, ırzına geçmez

Sonraki Anti-Platonik Hitchcock okumalarında, Zizekgil “yamuk bakma” stratejisi devreye girmeye başlıyor. Bu yaklaşımla örneğin, Platon’un sanat eserini “kopyanın kopyası” olarak tespiti, kopyanın orijinal çıkması olasılığı ile farklı bir açıdan yorumlanırken karşılaşılıyor -Duchamp’ın “L.H.O.O.Q.” işindeki (1919) müdahale de buna dahil edilebilir. Ayrıca “Kamusal Ben’liğin” fetiş derecesinde ele alınması - buna beden veya düşüncenin botox’lanması da denilebilir - Billy Wilder’ın Fedora filmi özelinde (1978) örneklendiriliyor: Hollywood yıldızı Fedora’nın yerine kızının geçmesi, Türkiye’de hala yaşamakta olan bir olgu olarak Güzin Abla sendromunu ansırıyor. Bu kısımda arzulanan nesneye dair “…cinsel bir nesne olarak partnerin sömürülmesi değil; öyle bir kullanımdan feragat edilmesidir” - Estetik bakış nesnesini deneyimler, ırzına geçmez (Hegel) - ve üst-söylem olarak din üzerine “zina için İncil’de kullanılan terim “dünyevi bilgi”dir” aforizmaları, Hitchcock okumasını desteklerken, Žižek’in çok katmanlı, teoloji, felsefe, sanat tarihi dahil, “olgu kullanma” stratejilerini de gösteriyor.

Bakış Kesilmesi kısmı, görenin bulunduğu konumun olayın genel dokusu içinde hem kendisi hem de gözlemledikleri açısından nasıl yorumlandığı/yorumlanacağı üzerine, buna karşılıklı bağlamsallık denilebilir. Örneğin “kurbanın” Öteki’nin kudreti için verilmesi yorumu, Beau Geste filmi (1939) örneklendirilerek anlatılıyor. Žižek burada olgunun kendisinin değil ona verilen anlamın önemi ile bağlamsallığı vurguluyor. (s. 64 – 65).

Günümüz politik mücadele ortamında gözlemci olarak kalınamaz

Öykülerdeki öznelerin bedensiz organlar olarak işleyişleri çalışmanın başından (Dziga Vertov, Kino-glaz, 1924), pornodaki bedenlerin emmeye, cinselliğe indirgenmiş ağız ve vajina olarak tespitine kadar, Deleuzecü okumalar olarak netlikle tespit edilip, belirli bir kronoloji içerisinde sunulmakta (s. 28 – 88). Žižek, Marx – Lacan bağlantısını, “konuşan meta” - Ulus Baker “meta dilini” “Marx’ın Bir Çift Sözü” var başlıklı çalışmasında sıkı bir biçimde analiz etmişti, Birikim, s.84, 1996 - ve Lacan’ın “Ben, hakikat konuşuyorum” tespiti ile bir dizgede okurken (s. 84 – 85), Adorno’dan alıntı ile nezaketin öznelerarası mesafeyi gizleyen bir kalkan olduğunu ileterek - kültürün kodlanması -, günümüz politik mücadele ortamında gözlemci olarak kalınamayacağının, taraf tutma gerekliliğinin altını çizerek çalışmasını sona erdiriyor (s.111).

Çok katmanlı bir söylemin böylece ne kadar doyurucu olduğunun tespiti ortada. Sığ indirgemecilikten ziyade disiplinlerarası bir çalışmanın ürünü olarak bu çalışmayla Žižek’e bir nokta daha yaklaşacak okuyucu. Öte yandan bu önemli felsefeci ile ilgili oldukça üretken bir yazar olarak aşırı-üretimde bulunması gibi eleştirileri de, post-yapısalcı kuşağın etkisi altında seminer kültürünün bir izi olarak defetmek gerekir.

(26 Haziran 2010 tarihli Birgün Gazetesi Kitap Eki'nde yayınlanmıştır).

25 Haziran 2010 Cuma

Videonun Radikal Dili


Video’nun Radikal Dili

Fırat ARAPOĞLU

Videoist ve Depo işbirliğindeki “Kamunun İki Gölgesi: Ekran ve Uzam” başlıklı etkinliğe bir konuşma yapmak üzere davet edildiğimde, öncelikle 2003 yılından bu yana etkinliklerini sürdüren Videoist ve 2009’dan bu yana varolan Depo’nun bu etkinliğine nasıl destek verebileceğimi düşündüm. Kararım, konuşmamda kendimi biraz bu etkinlik özelinden soyutlayarak, videonun farklı kullanım alanlarını ve dilinin özgür kullanımını işaret etmek arzusu oldu. Böylece, bu konuşmada odaklanmak istediğim nokta, videonun radikal dili ve yaratabileceği özgürlük alanlarının tespiti ve bu noktada gerçekleştirilen uygulamaların eleştirisi olacak. Bunu da Türkiye’den bazı örneklerden hareketle açımlamak istiyorum. Ama buna geçmeden önce bir sanat tarihçisi ve sanat eleştirmeni olarak bazı temel noktaları anımsatmam gerekiyor. Çünkü öncelikle tartışmaya açılan konunun netlikle ortaya konulması lazım. Yapmak istediğim, 1965’ten günümüze, yaklaşık 45 yıllık bir tarihe sahip video sanatının önce kısa bir tarihçesini ve eleştirisini sunmayı denemek ve ardından özellikle Türkiyeli sanatçılara odaklanarak günümüzdeki kullanımını tespit etmek. Bence, iki temel nokta var aklımızda tutmamız gereken ve kendimi de böylece ikaz ediyorum. Birincisi, video sanatının geçirdiği teknolojik dönüşümlerin göz önüne alınmasının gerekliliği. Diğeri de, Ernst Bloch’un belirttiği üzere “Bir teknik ya da prosedürün farklı tarihsel bağlamlarda farklı etkilere sahip olduğunun” hep hatırlanması.

Video Sanatı Tarihine Kısa Bir Bakış

Videonun kullanımından önce, 1950’lerin sonunda televizyonlar sanatsal aktivitelerde kullanılmaya başlanmış, 1960’larda monitörün keşfedilmesine kadar bir video oynatıcı ya da kaydediciden sinyal göndermek mümkün olmamıştır. Video sanatı, videoya kaydedilmiş imgelerin üzerinde bazı işlemler gerçekleştirilmesinin ardından, bu imgelerin bir yüzeye yansıtılması ya da monitörler aracılığıyla bir ya da daha fazla ekranda gösterilmesi yolu ile oluşturulan bir sanat biçimidir. Video sanatı, televizyonun sanatsal kullanımları ve videonun icadını kullanarak kendisini oluştururken, bir yandan bağımsız bir üretim biçimi özelliği kazanmış, ayrıca çeşitli sanatsal sunumların bir parçası olarak da kullanılmıştır. Video kayıtları, galeriler, bienaller vb. mekanlarda sergilenebilmekte ve kayıtları, Fluxus sanat hareketinde olduğu gibi, bağımsız olarak satılabilmektedir. Ayrıca video ile heykelsi özellikleri içeren yerleştirmeler gerçekleştirilmekte ve Performans Sanatı gibi üretimlerin içeriklerinin bir parçası olarak sunulabilmektedir.

Video sanatının başlangıcı olarak, 1965 yılında Kore asıllı Amerikalı Sanatçı Nam June Paik’in piyasaya sunulan taşınabilir ilk video kayıt cihazı Sony Portapak model kamerayı satın alıp, yaptığı ilk çekimi New York’ta bir mekanda sunması gösterilmektedir. Video sanatı için bir milat bağlamında, bu olay “tanımlama ve tarihselleştirme” açısından uygun görülmektedir.

Belirttiğim gibi, video sanatının öncesinde, televizyon [estetiği] temelli bir üretim ortaya çıkmıştır. Bu süreç, video uygulamalarına uzanan yolu oluşturan parametrelerden birisidir. 1959 yılından itibaren Alman sanatçı Wolf Vostell “de/collage” olarak adlandırdığı çalışmalarında, çalışır durumdaki televizyon setlerini kullanırken, aynı yıl içinde Nam June Paik mıknatıs kullanarak, yayın akışındaki görüntüleri bozduğu televizyonlar ile deneysel çalışmalara başlamıştır. Sanatçıların bu yaklaşımları sanatta bir yeniliği başlatmıştır. Ayrıca her iki sanatçı da 1962 yılında ilk festivalini gerçekleştiren 1960 sonrası sanat hareketlerinden Fluxus akımı içerisinde yer almışlardır.

Videonun hem kendisinin bağımsız bir ifade biçimi olarak hem de diğer uygulamaların içinde bir unsur olarak kullanımı bu tarihlerden sonra giderek yaygınlaşmıştır. 1969 yılında New York Howard Wise Galerisi, “TV as a Creative Medium” isimli sergiyi açmıştır. Bu ilk olarak tamamen video işlerine adanan sergi olmuştur. Kavramsal Sanat ve videonun ilişkisi de çoğu sanatçı için kullanışlı görülmüş, Bruce Nauman ve William Wegman bu anlayışta ürünler vermiştir. Yine video kullanan sanatçılar arasında Terry Fox ve Joan Jonas da bulunmaktadır.

Avrupa ölçeğinde video sanatının gelişimi içerisinde, “TV Gallery” bağlamını geliştiren Gerry Schum ve İngiliz sanatçı David Hall sayılmaktadır. Bu süreçlerde ayrıca, kavramsal sanat ve video ilişkisinin, düşünce/sanat birliğini kullanarak, kurgulanmış ya da koşullu görüntüsel üretimlerden ziyade, 1970’lerle birlikte kapalı devre çalışan, birden fazla monitör temelli yerleştirmeleri arttırdığı da görülmeye başlanmıştır. Dan Graham bu temelde çalışan sanatçılar arasındadır. Kavramsal Sanat bağlamında değerlendirilen Dennis Oppenheim, aksiyonlarını kaydetmek için videoyu kullanırken, performans sanatçılarından Orlan da eylemlerini video ile kayıt altına almaktadır. Bu tip kullanımı videonun sanatsal bağlamda değerlendirilmesi ile beraber aynı zamanda belgeselci özelliğini de göstermektedir. 1970’lerin sonunda Bill Viola, Kit Fitzgerald ve John Sarborn 1980’ler ve sonrasını etkileyen, imge ve ses montajında yeni teknikler önermeye başlamıştır.

1980’lerde video sanatının yükselişi ABD ve Avrupa’da “video kültürünün” oluşması ile devam etmiştir. 1990’larda ise uluslararası sergilerde ve bienallerde video yerleştirmeler sıklıkla yer almaya başlamış, aynı zamanda galeri ve müzelerde sergi programlarına girmeye başlamıştır. Video sanatı bugün gelinen noktada, elektronik iletişim ağının bir parçası olarak, “media art” başlığı altında değerlendirilmektedir. Oluşturduğu bağımsız alanı ve geliştirdiği yenilikler, dijital çağ teknolojisi tarafından kapsanmıştır.

Videonun sanat dünyasında “yasallaşmasının” göstergelerinden birisi de prestijli sanat ödüllerinden Turner Prize’ın 1996 yılında video sanatçısı Douglas Gordon’a verilmesidir. Gordon ödülü, “24 Hour Psycho” adlı çalışması ile kazanmıştır.

Video Sanatı’nın Türleri ve Kullanım Biçimleri Üzerine

Videonun yapısında barındırdığı türler arasında video otobiyografi, video oto-portre, video dans, video biyografi, video belgesel, video kurgu, video günlük, video mektup, video manzara, video portre, video opera, video-operetta, video şiir, video tiyatro sayılabilir. Bir videografi çalışması birden fazla türü kullandığı zamanlarda ise, çeşitli melez terimler kullanılmaktadır. Bunlar arasında VideoPoemOpera, video-operetta gibi örnekler verilmektedir.

Bu bağlamda video ya da video yerleştirmeler, bir ya da birden fazla televizyonun ya da monitörün sanatsal üretimde kullanıldığı şekli ile oluşturulmaktadır. Video sunumunda sanatçılar, monitör ya da monitörlerin biçimleri ve konumlandırılmaları; monitörlerin yansıtacağı yayın şekli ve ekran ya da ekranların baktığı yön/yönler ile ilgili farklı uygulamalar sergilemektedir. Monitör biçimleri ve konumlarında gözlemlenen olgular arasında bir ya da birden fazla monitörün sergilemede kullanılması görülmektedir. Birden fazla televizyon sergi amacına göre “bir insan”, “bir nesne” ya da “bir televizyon seti” vb. oluşturacak biçimde sergilenebilir ya da düzensiz bir yapıda sergi mekanına dağıtılabilirler.

Öte yandan bizzat televizyonlar ya da monitörlerin “nesne” özelliğine de müdahale edilebilmektedir. Ekranlar bir yayını yansıtabileceği gibi, sadece çerçeveleri ya da işlevsiz olarak kendileri de kullanılabilmektedir. Yayın yapılması durumunda ise, birden fazla televizyonun yer aldığı videolarda tek kanallı bir çalışma olabileceği gibi, eşzamanlı olarak farklı programları da içerebilir. Tek kanallı çalışmalar bir ekranda gösterilmesi ya da yansıtılması ile geleneksel televizyon düşüncesine daha yakınken; yerleştirmeler birden çok ekran ve farklı sunumlar ile heykelsi bir duruşa daha yakın olmaktadır. Diğer bir konu ise, ekranının sergi mekanı içerisinde konumlandırıldığı yöndür; izleyiciye ya da bir duvara, tavana vb. farklı bir yöne bakabileceği gibi; göz hizasında, tavandan sarkıtılmış ya da bel altı hizasında yer alabilir.

Video uygulamasının temelinde TV ya da monitör temelli uygulama geldiğinden videodan, tarihsel öncülü olarak televizyon estetiği belirtilmelidir. Bu açıdan 1959 yılında Alman sanatçı Wolf Vostell’in çeşitli müdahalelerde bulunduğu “televizyon uygulamalarını” içeren 1959 yılındaki çalışması “Deutscher Ausblick” genellikle ilk televizyon ile oluşturulan çalışma olarak kabul edilmektedir. Amerikalı sanatçı Edward Kienholz ise, 1961 yılından itibaren asemblajlarında televizyon çerçeveleri kullanırken, 1963 yılında Nam June Paik Almanya’da Wupertal’de bulunan Parnass Galerisi’nde “Exposition of Music/Electronic Television” adlı sergide onüç adet televizyonu kullanmıştır. Yine 1963 yılında Wolf Vostell çevresel sanat bağlamındaki çalışmasını New York’ta Smolin Galerisi’nde sergilemiştir. Vostell’in bu çalışması ABD’de ilk olarak bir televizyon seti kullanılan çevresel yerleştirmedir. Bu ilk dönem çalışmaları televizyonun eğlence amaçlı bir tüketim malzemesinden, “sanat amaçlı” bir nesneye dönüşümüne işaret etmektedir. Bu hazır- nesneyi sanat alanına taşıyan Marcel Duchamp’ın yarattığı dönüşümün, 1950’lerin sonunda farklı bir bağlamda tekrar canlandırılmasıdır. Bu yüzden 1960’ların disiplinlerarası sanat hareketlerinin çoğunlukla Neo-Dada olarak isimlendirildikleri görülmektedir.

Bir video oynatıcı ya da kameradan sinyal alarak görüntünün yansıtılacağı cihaz olan “monitör”, 1960’ların ortalarında keşfedilmiştir. Video kaydedici kullanımı ve bunun sergilenmesinde başlangıç yılı olarak Nam June Paik’in satın aldığı Sony Portapak video kaydedicisi ile Papa IV. Paul’ün 1965 yılındaki New York ziyareti sırasında çektiği görüntüler ve bu görüntüleri aynı gece New York’ta Café au Go-Go’da göstermesi kabul edilmektedir. Bu çalışma, sanat tarihi içerisinde, eğlence amaçlı olarak kitle için üretilen bir nesnenin var olan bağlamından soyutlanarak “estetik” bağlam içerisinde değerlendirilmesinin örnekleri arasına girmiştir.[1] Videonun yaygınlaşmasından önce, 8 ya da 16 mm.lik filmler ile hareketli imge kaydı mümkün olmuştur. Ama film yapımında anlık geri oynatım mümkün değildir. Öte yandan video ile imgenin düzenlenmesi ve değiştirilmesi bağlamında video kayıt cihazındaki kolaylıklar, sanatçılara çekici gelmiştir.

Türkiye’de Video Sanatının Gelişimi

1960’larda ortaya çıkış dönemlerinde değişmeyen bir gerçeklik olarak, video teknolojisi alanında ilk yenilikler ABD ve Japonya’da piyasaya sunulmuş, böylece özellikle bu coğrafyalardaki sanatçılar Avrupa’daki meslektaşlarından bir adım önde olmuşlardır. Bu bağlamda Türkiye’de video sanatının olanakları 1980’lerin sonlarına doğru görülmeye başlanmış, ama 1970’lerin başından beri yurt dışında videonun sanatsal kullanımını gören bazı sanatçılar ilk denemelerini gerçekleştirmeye başlamışlardır.

İlk olarak videonun deneysel çalışmalarda yer alması konusunda 1970’lerden itibaren Nil Yalter ve Teoman Madra isimleri görülmektedir. 1990’larda özellikle video sanatı Türkiye’de uygulama alanını genişletmiştir. Nil Yalter’in “La femme sans tete ou La danse du ventre” (1974) çalışmasıysa, ilk olarak Türkiyeli bir sanatçının yaptığı video olarak tespit edilmektedir.

Türkiye’de video sanatının yaygınlaşması 1990’lardan sonradır. Sanatta disiplinlerarasılığın da artarak kullanılmasına koşut olarak video çalışmaları artmıştır. 1990 yılından itibaren Muammer Bozkurt televizyon ve monitör ile çalışmalarına başlamış, video- yerleştirmelerle videoyu, plastik bir malzeme olarak gösteren çalışmalarda bulunmuştur. Genco Gülan da, çok farklı ortamları kullanması ile beraber, video ve video-heykel için örnek olabilecek çalışmalar gerçekleştirmiştir. Vahap Avşar ve Alper Ulaş video sanatı alanındaki sanatçılar olarak görülürken, bu isimlere çalışmaları 1990’ların ikinci yarısından itibaren görülen Neriman Polat ve Kutluğ Ataman eklenmektedir.

Video sanatı bağlamında üretimler yapan Ömer Ali Kazma ve performans videoları ya da video performansları kullanan Şükran Aziz ve Şükran Moral yaklaşık olarak aynı tarihlerde üretimlerde bulunmuşlardır. 1990’ların ikinci yarısında videoyu kullanan diğer bir sanatçı Canan Şenol’dur. Video, fotoğraf ve yerleştirmelerden oluşan ortamlararası çalışmalara imza atan Şenol’un işlerinde, sadece biçimsel alanların değil, kavramsal olarak da birçok alanın sorgulandığı görülmüştür. Yine aynı dönemlerde çalışmaları gözlemlenen Gülsün Karamustafa ve Esra Ersen’dir. Hale Tenger özellikle bu dönemlerden başlayarak video sanatını kullanan bir sanatçıdır. Ayrıca, Halil Altındere ve Müşerref Zeytinoğlu’da bu süreçte yer alan sanatçılar arasındadır.

Videonun Radikal Dili’ne Dair Birkaç Sanatçı Özelinde Tespitler – Öneriler

Sanat dünyası, genellikle, sermaye, cinsiyet ve sınıf çelişkilerinin varlığının, sanatın varlığından ayrı birer olgu olduğunu kabul etmeye/ettirmeye meyillidir. Sistemin yücelttiği sanat üretimlerinin ve sanatçılarının karşısında, mikro çıkışlı ırk ve cinsiyete dayalı çelişkiler gibi konuları sorgulamaya başlayan çalışmalar, sistemin “erkek egemen/kapitalist” yapısını gün yüzüne çıkarmaya başlamaktadır. Bu bağlamda video sanatının radikalliğini oldukça önemsiyorum.

Performans, resim, fotoğraf, video gibi alanlar arasında salınarak multi-disipliner ya da interdisipliner işler üreten Şükran Moral videonun radikal dilini yansıtan önemli çalışmalara imza atmaktadır. “Despair” çalışması kültürel düzeydeki kimlikler olarak “göçmenlerin” yaşantılarına odaklanmakta, bedensel özgürlük engellense de, baskıların kültürü kısıtlayamayacağını göstermektedir.

Video sanatının radikal dilini kullanan çalışmalar, sistemin çatlak olarak adlandırdığı unsurlarına, kenardakilere, marjinalliklere odaklanmaktadır ve bu odaklanma, sistemdeki çelişkilerin varlığını ifşa ederken, yarattığı saldırılar aslında sanatın, sanat tarihinin savunma mekanizmalarını da zafiyete uğratmaktadır. Post-modern düşüncede mekanlar arası ilişkilere olan saldırı, iktidar ve beden üzerinde kurulan disiplinlere de yansımıştır. Çünkü, Modernizm’e göre kentli kültür içerisindeki marjinallikler ayıklanmalı ve ötekileştirilmeli hatta yok edilmelidir. Şükran Moral’ın 1998 tarihli, “Napolili Trans” ve “Transistanbul Mercan” isimli çalışmaları da “beden” ve “toplumsal cinsiyet” olguları içerisinde dayatılan normların bir eleştirisidir. Sanatçı, “gay”lere sürekli “ibne” diyen maskülen bir toplumun yüzünü açığa vurmuş, gay, travestilik gerçekliklerine görünürlük kazandırmıştır. Sanatçının bu alandaki çalışmalarının ilk izleri 1997’deki “Bordello” performansı ve videosunda yakalanabilir; Yüksek Kaldırım’da bir genelevde gerçekleştirdiği 24 saatlik performansında genelev kapısına “çağdaş sanat müzesi” yazıp, elinde de “satılık” yazan bir kağıdı tutan sanatçı, “müze” ve “sanatçı” kavramlarını, “genelev” ve “fahişe” kavramları üzerinden eğretileme ile kullanmıştır. Bu yine incelikli bir sanat tarihi eleştirisidir de: “Estetik bakış nesnesini deneyimler, onu tüketmez”. Moral’in bu iki işi 2006 Nisan’ında Torino Gay Film Festivali’nde de yer almıştır.

1997’de bir morgda yaptığı çekimleri Roma’da sergileyen Moral, ölüm temasını ele alırken, müze çekimleri ile morg görüntüleri arasında bir ilişki kurmuştu. 1997’deki “Hamam” videosunda Galatasaray Erkekler Hamamı’na giren sanatçı, hem Ingres vb. sanatsal temsillerdeki oryantalize bakışı hem de Doğunun içerisinde barındırdığı erkeksi yapıyı tersyüz etmişti. Moral’in bu tip işleri ve bu dili kullanan diğer sanatçılar, toplumun marjinalliklerini işlerken her birine eşit mesafede yaklaşmaktadır. Bu da sanatçıları, toplumdan ayrı bir “estetik bakış” olduğunu, kendisi dışında bir şeye referans vermeyen sanat olduğunu iddia eden modernist tavırdan ayırmaktadır. Tüm yaşantılardan/yaşananlardan ve toplumsal olgulardan muaf bir üst-söylemsel estetik kriter olamaz, eğer var olduğu iddia ediliyorsa, o zaman kadınların, alt-sınıfların ya da alt-kültürlerin beğenilerinden ayrı bir totaliter normlar, değerler sistemi inşa edilmiştir ya da yürürlüktedir. Özellikle 2000’lerle birlikte Canan Şenol ve Nezaket Ekici gibi isimlerin de katılması ile bu tarz eleştiriler geliştirilen videolar ya da video performanslara şahit olunmaktadır. Canan Şenol’un 2007 tarihli “Hicap” videosu kadın bedeninin politik bir unsur olarak manipülasyonunu anlatan önemli bir çalışma olarak tespit edilebilmektedir.

Nancy Atakan, dil oyunlarını kullanarak kültürel hegemonik yapıları tersyüz etmeye çalışan video işleri ile dikkatleri çekmektedir. 2008 tarihli “Downpour” çalışması İngilizcenin, küreselleşme politikalarının konuşulduğu bir süreçte hegemonik bir yapı oluşturmasını ifşa etmektedir. Gramsci’nin “kültürel hegemonya” olarak adlandırdığı bağlamın farklı bir okuması ile ortak bir dil yaratma arzusunun varlığı karşımıza çıkmaktadır. Burada kimlik/farklılık konularının değil, homojen ve tek bir sisteme bağlı, kapitalizme bağlı tek-kültürlü bir politikanın stratejileri okunabilmektedir.

Tabii sadece bireysel olarak video üreten sanatçıların değil, video üretenleri bir araya getiren alternatif oluşumların varlığı da ayrı bir önemdedir. Bu gruplardan birisi olarak Videoist geliştirdiği etkinlikler ve sergilerle videonsun farklı kullanım alanlarını ve dilini gösterebilmektedir. Videoistin bu yıl içinde açılan Unplugged sergisi, Ali Kazma, Çağrı Saray, Ferhat Özgür, Suat Öğüt, Hülya Özdemir, Yeni Anıt ve Fatih Aydoğdu’nun çalışmaları ile video sanatının arkaplanına dair ustaca bir araya getirilmiş bir sergi olarak tespit edilmektedir. Bir organizasyonu oluşturan parçalardan, bir video işinin karelerinin parçalanmasına; kurumsallık eleştirisinden hikaye izleklerinin yapısına kadar birçok alana referanslar veren bir sunum olarak sergi dikkatleri üzerine çekmiştir.

Genç sanatçıların videonun radikal dilini kullanımları da, bu üretim biçiminin nasıl kullanılabileceğine dair öneriler getirmektedir. Bu isimlerden birisi olarak Ali İbrahim Öcal’ın son dönem çalışmaları kimlik/farklılık/etnisite ve bayrak/ulusallık konularına ve homojen bakış açılarının eleştirisine dayanıyor. Mehmet Öğüt, galerilerin/müzelerin “beyaz küpler” olarak kavramsallaştırılmasından türeterek geliştirdiği “siyah küp” projesindeki çalışmalarında, kapitalist toplum içerisinde gözlemlenen etnisite ve kimlik problemlerini ve toplumdaki sıkıntıların ortaklığını yansıtıyor. Çalışmaları, “güç” ve “öteki” kavramlarını içeriyor. Diğer bir genç sanatçı Suat Öğüt’ün işleri de aynı oranda vurucu niteliklere sahip. Örneğin, “Disco, Disco, Petrolium” çalışması petrolün bir enerji kaynağı olarak dünyadaki siyasal gerilimler ve geliştirilen sömürü politikalarında oynadığı başat role gönderme yapıyor.

Günümüz güncel sanatında video sıklıkla kullanılan bir ifade biçimi. Video hem tek başına hem de melez sunumlar içerisinde kullanılıyor. Burada elbette önemli olan konulardan birisi de, görsel estetikten ziyade, izleyicileri ile direkt “iletişime” geçen, hem estetik hem de toplumsal olguları içeren, sanat-yaşam birliğinin inancına dair çalışmaların var olma gerekliliği. Bu niteliklere sahip olan işler, sanatçıların “paradigma” değişimi yaratabilmelerine olanak sağlıyor.

Bugün geldiğimiz noktada, video ve elektronik sanat, oluşum ve gelişimini tamamlamış ve kurumsallaşmıştır ve bu devam etmektedir. Elektronik araçlar ve video ekipmanları sanatçılara yeni sanatsal formlar geliştirme olanağı vermişlerdir. Fakat bazen günümüzde güncel sanatçıların bazıları için video, gerçekten ifade açısından gerekli bir kullanımdan ziyade, fiziksel olarak olması gerekiyormuş gibi gelmektedir. Bugün içerik açısından yetersiz, ama teknik açıdan detaylı çalışmalara da rastlamaktayız. Diğer bir deyişle bu tip üretimler “iletişim” kurmaktan ziyade güncel durmak istiyorlar gibi görünüyor ki; bu da onları seyirlik malzemeye, yani dekorasyona götürmektedir. Sanatçıların teknolojiyi bir ortamlararasılık yaratma yolunda kullanmak yerine, ilişkisiz bir biçimde yücelmeleri sorunludur. Nicholas Bourriaud, bu tarz bir yaklaşımda sanatın ileri teknoloji ürünü bir dekorasyon unsuru haline gelebileceğini belirtmektedir.

Günümüz sergilerinde birçok video görülüyor, ama bazıları, dürüst olmak gerekirse, teknik olarak inanılmaz yetkin, ama içerik olarak da bir o kadar boşlar. Bu haliyle de, McLuhan’a göndermeyle araç mesaj mıdır? Yoksa mesajın hızı mı araçtır? McLuhan’ın dayandığı noktanın aslında araç değil, iletinin hızı, hangi hızla gönderildiği olduğu açık. Bu bağlamda Baudrillard’ın dikkat çekici sorularıyla bitirelim: O zaman, bugünkü iletişim hızının gücünü kim elinde tutuyor? Kim kullanıyor? Ve nereye doğru gidiyor? Teşekkür ederim.

(12 Haziran 2010 tarihinde Videoist'in ve Depo'nun davetlisi olarak Tütün Deposu'dan yaptığım konuşmanın metnidir.)



[1] Bu konu tartışmalıdır. Sony Portapak, Videorover’ın ticari olarak 1967 yılına kadar ABD ve Japonya’da ticari alıma sunulmadığı görülmektedir. Bunun yerine başka bir kamera modelini Paik’in kullanmış olabileceği kabul edilmektedir.