Sorgulanan Gerçeklik: Sanat’ta Žižek ya da Žižek Sanatı
Fırat ARAPOĞLU
Slavoj Žižek, “Sanat ya da konuşan kafalar”, çev. Mine Yıldırım, Encore Yayınları, İstanbul – 2009, 123 sayfa.
Ömer Naci Soykan, “Müziksel Dünya Ütopyasında Adorno ile Bir Yolculuk” adlı çalışmasında (2000), dipnotlarla ilgili olarak, Adorno’nun nerede bitip, kendisinin nerede başladığı konusundaki tespit edilemez durumu, net bir tavırla belirtmişti. Bu şu demek, birçok alanda çalışan bir yapı sunulduğunda, eklektik bir inşa oluşturulur ve bir noktadan sonra etkilenilenler unsurlar vb. her şey, sürece saptanamayacak bir biçimde sızar. Slavoj Žižek’te de, Lacan’ın nerede devreye girdiği ya da Hitchcock’un nasıl müdahil olduğu, aynen bu biçimde, bir noktadan sonra tespit edilemiyor. Bunun yanında, böyle olunca, felsefe, sinema ve psikanaliz gibi alanlar arasındaki sınırlarda salınan ve Lacan, Deleuze gibi önemli isimler üzerine olan okumalarla bunu besleyen bir yazarın, indirgemeci bir tutumla değerlendirildiğinde ne kadar hatalı bir yaklaşım geliştirildiği de görülüyor. Bunu Engin Ardıç’ın, “Yürü bre çorbacı, yürü…” başlıklı Sabah Gazetesi’nin 06.12.2009 tarihli yazısında görebilirsiniz. Bu hatadan maksimum oranda kaçınarak, Žižek’in “Sanat ya da konuşan kafalar” çalışması ile ilgili çıkarsamalara geçebiliriz.
Žižek’in daha kitabının hemen girişinde direkt Marcel Duchamp’a girmesi ve oradan asıl derdine, Hitchcock’a konuyu bağlaması ile günümüzün birçok yazarına ve akademisyenlerine mükemmel bir “temel düzeyde fikir beyan etme” dersi veriyor. Bir argüman geliştirilecekse, bunun için farklı üretim biçimlerinden aynı nitelikleri haiz bir olgu/olay örneklendirilir, böylece, bu konu özelinde, sanat üzerine yapılacak genellemelerin geçerliliği görsel sanatlarda Duchamp, sinemada Hitchcock ile deneyimlenmiş olunur. Peki, bu iki isim arasındaki ortak nokta nedir? Gayet basit; her ikisinin de kategorize edilemez bir boyutta olmaları. Geleneksel kategorilerden kaçtıkça - ki Žižek bunun felsefedeki örneğidir - minör oluşluk sağlanabilir ve o zaman Lacan gibi isimlerin sularında yüzülebilir.
Zizek Okumalarında Temel Felsefe Bilgisinin Gerekliliği
Žižek ile uğraşmak çok boyutlu bir okuma alışkanlığı gerektiriyor: Hegel, Marx, Lenin ve diğer sol okumalar ile birlikte sanat tarihi, film tarihi ve teorisi vb. Duchamp’ın “Pisuar”ı (1917) üzerine yazdıkları sanat tarihi ve sanat eleştirisinin birçok kez gözden kaçırdığı en temel niteliği gözler önüne seriyor: Pisuar, sergileme öncesi sergi mekanının ve bu mekanı belirleyen kuralların örtülü bir biçimde tanımlanması ile yaratıcı bir edim olarak okunabilir. Yani diğer bir deyişle “Bir sanat nesnesi olmak, nesnenin hali hazırda, mevcut bir özelliği değildir, “düşünümsel belirlenmesinin” (Hegel) bir özelliğidir” tespitinin tekrar-sunumu (s. 115, dipnot:2). Bu haliyle Žižek, bazı post-modern sanatçı ve aydınların unuttuğu, ama halkın çok daha önceleri tespit ettiği bir noktayı hatırlatıyor: Şeyh uçmaz, mürit uçurur! Bu, elbette, bir ölçüde - yazar kaçınsa da - Žižek için de geçerli. Ama bundaki suçu Machiavelli’nin eserini Mussolini’nin sahiplenmesindeki kadardır.
Yazar arkasından Sine-Göz başlıklı bölüm ile Hitchcock’un “Yükseklik Korkusu” filminin (1958) ayrıntılı analizine giriyor. Buradaki görsel ideoloji okumaları, sanat öğrencilerine ders kitabı olur nitelikte açık, net olgularla dolu. Rudolf Arnheim’in 1932 tarihli “Sanat Olarak Sinema”sındaki görsel algı niteliklerinin - büyük-küçük; yakın-uzak; cephe-profil çekimleri vb. - psikanalize tabi yorumlama örneklerini görerek, 1900 başlarının gestalt yaklaşımı ile, post-yapısalcı düşüncenin psikanalitik yorumlarının art ardalığı gözlemlenebiliyor (s. 25 vd.).
Estetik bakış nesnesini deneyimler, ırzına geçmez
Sonraki Anti-Platonik Hitchcock okumalarında, Zizekgil “yamuk bakma” stratejisi devreye girmeye başlıyor. Bu yaklaşımla örneğin, Platon’un sanat eserini “kopyanın kopyası” olarak tespiti, kopyanın orijinal çıkması olasılığı ile farklı bir açıdan yorumlanırken karşılaşılıyor -Duchamp’ın “L.H.O.O.Q.” işindeki (1919) müdahale de buna dahil edilebilir. Ayrıca “Kamusal Ben’liğin” fetiş derecesinde ele alınması - buna beden veya düşüncenin botox’lanması da denilebilir - Billy Wilder’ın Fedora filmi özelinde (1978) örneklendiriliyor: Hollywood yıldızı Fedora’nın yerine kızının geçmesi, Türkiye’de hala yaşamakta olan bir olgu olarak Güzin Abla sendromunu ansırıyor. Bu kısımda arzulanan nesneye dair “…cinsel bir nesne olarak partnerin sömürülmesi değil; öyle bir kullanımdan feragat edilmesidir” - Estetik bakış nesnesini deneyimler, ırzına geçmez (Hegel) - ve üst-söylem olarak din üzerine “zina için İncil’de kullanılan terim “dünyevi bilgi”dir” aforizmaları, Hitchcock okumasını desteklerken, Žižek’in çok katmanlı, teoloji, felsefe, sanat tarihi dahil, “olgu kullanma” stratejilerini de gösteriyor.
Bakış Kesilmesi kısmı, görenin bulunduğu konumun olayın genel dokusu içinde hem kendisi hem de gözlemledikleri açısından nasıl yorumlandığı/yorumlanacağı üzerine, buna karşılıklı bağlamsallık denilebilir. Örneğin “kurbanın” Öteki’nin kudreti için verilmesi yorumu, Beau Geste filmi (1939) örneklendirilerek anlatılıyor. Žižek burada olgunun kendisinin değil ona verilen anlamın önemi ile bağlamsallığı vurguluyor. (s. 64 – 65).
Günümüz politik mücadele ortamında gözlemci olarak kalınamaz
Öykülerdeki öznelerin bedensiz organlar olarak işleyişleri çalışmanın başından (Dziga Vertov, Kino-glaz, 1924), pornodaki bedenlerin emmeye, cinselliğe indirgenmiş ağız ve vajina olarak tespitine kadar, Deleuzecü okumalar olarak netlikle tespit edilip, belirli bir kronoloji içerisinde sunulmakta (s. 28 – 88). Žižek, Marx – Lacan bağlantısını, “konuşan meta” - Ulus Baker “meta dilini” “Marx’ın Bir Çift Sözü” var başlıklı çalışmasında sıkı bir biçimde analiz etmişti, Birikim, s.84, 1996 - ve Lacan’ın “Ben, hakikat konuşuyorum” tespiti ile bir dizgede okurken (s. 84 – 85), Adorno’dan alıntı ile nezaketin öznelerarası mesafeyi gizleyen bir kalkan olduğunu ileterek - kültürün kodlanması -, günümüz politik mücadele ortamında gözlemci olarak kalınamayacağının, taraf tutma gerekliliğinin altını çizerek çalışmasını sona erdiriyor (s.111).
Çok katmanlı bir söylemin böylece ne kadar doyurucu olduğunun tespiti ortada. Sığ indirgemecilikten ziyade disiplinlerarası bir çalışmanın ürünü olarak bu çalışmayla Žižek’e bir nokta daha yaklaşacak okuyucu. Öte yandan bu önemli felsefeci ile ilgili oldukça üretken bir yazar olarak aşırı-üretimde bulunması gibi eleştirileri de, post-yapısalcı kuşağın etkisi altında seminer kültürünün bir izi olarak defetmek gerekir.
(26 Haziran 2010 tarihli Birgün Gazetesi Kitap Eki'nde yayınlanmıştır).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder