DAHA ÖNCE NE YAPTIĞINI BİLİYORUM
Sanat dünyamız yaz tatiline girmeden, güzergâhının 5. rotasında Ümraniye’de sergisini gerçekleştiren, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Projelerinden “Taşınabilir Sanat” kapsamındaki “Hakkımda Ne Biliyorsun?” başlıklı sergi ile ilgili gözlemlerimi aktarmak istiyorum. Atakent Kültür Merkezi’nde serginin açılış konuşmasını yapan Beral Madra, bu serginin odaklandığı iki temel noktayı belirtti: a) sergilenen işlerin video, video-enstalasyon gibi yeni ifade yolları ile oluşturulması b) halkın sanata götürülmesinden ziyade sanatın halka taşınması amacı. İlk amaç için çalışmaların bütünü farklı tekniklerde sunuluyor: Etkileşimli-enstalasyon, enstalasyon, foto-enstalasyon, video-enstalasyon, video, etkileşimli işler, resim ve fotoğraf çalışmaları. İkinci noktaya daha sonra değinmek gerekir, çünkü başlı başına ayrı bir makale konusu değerinde.
Öncelikle, Ümraniye Atakent Kültür Merkezi bir sergi için, hele hele bu tarz farklı bölümlendirmeler ve tasarım gerektiren bir sergileme için hiç de uygun bir mekân değil, tüm iyi niyetinize rağmen maalesef bunu görüyorsunuz. Ayrıca açılışta Gülçin Aksoy’un çalışması “Evlilik Mıntıkası” ses düzeni ile ilgili yeterli çalışmanın yapılabileceği bir zamanın oluşamaması/oluşturulamaması yüzünden daha sergiden içeri girer girmez sesiyle diğer çalışmalar üzerinde baskınlık kurmuştu. Sanatçılar arasında bir probleme neden olmayabilecek böyle bir konu (ki bu sanatçılar ilk kez bir araya gelmiyorlar), sergi izleyicisinin – potansiyel olarak – “o işe doğru yönlendirilme” tehlikesi yüzünden bence bir sorun teşkil etti. İnsel İnal, sergi mekânının hemen girişinde “Kendi Şehrini Kendin Yarat” adlı 2008’de gerçekleştirdiği etkileşimli – enstalasyonu ile yer alıyor. Seramik malzemeden lego parçaları ile oluşturulmuş bu çalışmada, “yaratıcı yıkma” edimine; bir şehrin oluşturulurken kırılgan malzemeler ile simgelenen “geçen/geçmiş varlıkların”, yeni bir yapılaşmaya yol açılması amacı ile değersizleştirilmesine ya da imha edilmesine dikkat çekiyor. Çalışma ile etkileşime geçen katılımcı, lego parçaları ile oynamaya başladığı anda kendi yapısını kurmaya başlıyor. İnsel İnal’ın belirli oranlarda 1960’ların “intermedya” başlığı altında toplanan sanat hareketlerinde (Fluxus, Happenings, Performans Sanatı vs.) geliştirilmeye başlanılan, edilgen bir izleyici, okuyucu, dinleyici kavramları yerine, aktif bir biçimde eserle etkileşimli bir ilişkiye girecek katılımcılar, alımlayıcılar üzerine bir üretim stratejisi geliştirdiği görülüyor (Nicolas Bourriaud 1998’de bu üretimleri “ilişkisel estetik” kavramı ile 1990’ların sanatsal üretimleri için bir okuma olarak geliştirmişti, ama bu yetkin çalışmanın Fluxus gibi bir sanat hareketinin önemini çok daha geniş bir ölçekte analiz etmemesi ise büyük eksikliği). Yoko Ono 2007 yılında Sabancı Kasa Galeri’deki “Open City” sergisinde “Mend Peace” çalışmasındaysa, tam da İnal’ın işaret ettiği bu değersizleştirilen varlıkların izleyiciler tarafından bir araya getirilmesini önererek, kırık seramik parçaların yapıştırılmasını istiyordu.
Gülçin Aksoy’un “Evlilik Mıntıkası” isimli çalışması, birçok kereler ele alınan, evliliğin bir metasal sözleşme olması kavramını ele alıyor. Yöntemsel olarak – video enstalasyon –yakın dönemden Ergin Çavuşoğlu’nun Sofya’da 2007 Kasım’ında sergilenen “Quintet without Borders” çalışması ile aynı çizgide. Aksoy’un çalışması, en azından Çavuşoğlu’nun çalışması gibi bir karanlık odada sergilenebilse etkisini biraz daha arttırabilirdi, ama bu da aşırı dışavurumcu yapısını değiştirmeyecekti. Diğer bir çalışması “Minibüs Yolu” ise seyir halinde çekildiği anlaşılan (ya da bu hissi yaratan) resimlerin sunulması ve küçük minibüs maketi ile hemen karşısındaki “Evlilik Mıntıkası” çalışmasına yöntemsel açıdan tamamen zıt. Bu çalışma sadeliği, ama sadeliği oranında maksimum ironi içermesi ile kendi diğer işinden ziyade, İnsel İnal’ın çalışmasına daha fazla referans veriyor.
Deniz Aygün’ün “Süper Anne” videosu, tiyatro yönetmeni Yeşim’in (Özsoy Gülan) annelik sürecindeki rutin bir deneyimini kesit olarak yansıtan bir video-biyografi formatında. “Gece Resimleri” ile her gece bebeği ağladığında kalkıp bir kağıda çizik atması, kişisel bir deneyimin sanatsal ifade içerisinde sunulması; yalnız serginin üçüncü ayağında basılmış sergi broşüründe yer alan “bunun aslında ressamların soyut resimlerinden çok da farklı olmadığı çıktı ortaya”, kanımca zorlama bir yorum: hem tarihsel hem araçsal açıdan. “Bebeğim Ağladığında” çalışmasında annelerin neler yaptığını öğrenmek isteme çağrısı, katılımcı işler içerisinde gruplandırılabilir. Tuzla manzarası sergide dikkat çekici çalışmalardan birisi, konusu ise yine sıklıkla ele alınan bir konu, “hissettiğinizi çizebilirsiniz”.
Evrim Kavcar, “Arife” adlı animasyon ve bu çalışmasının içeriğini destekleyen kağıt üzerine desenlerden oluşan çalışması içerisinde, yaşlı bir kadının kekik dövme esnasındaki hareketlerini loop’layarak vermiş. Üretim sürecinde “yapım ve yapımı hissetme” olgularını sorgulayan çalışma, üretim ve üretime yabancılaşma konularına gönderme yapıyor; “Elim, elim üstünde kimin eli var” isimli çalışmasında ise, toplum yapısındaki “hiyerarşik düzen” yansıtılmış. Farklı boyutlarda “el” formundaki bezler, birbirinin üzerinde yer alırken, katılımcı, alımlayıcının istediği eli diğerinin üzerine ya da altına almakta özgür olması –böylece, herhangi bir katılımcı, Kavcar’ın yönlendirdiği ölçüde “sentagmatik” ya da “paradigmatik” bir değişim başlatabilir – amaçlanıyor. Ayrıca, iktidar olarak, isterseniz bir eli tamamen dışarı alabilir; oyun (ve böylece sistem) dışına da çıkarabilirsiniz. Çiğdem Kaya’nın izleyiciyi “düz bir çizgi çekerek ve üzerinde bir noktayı işaretleyerek” katılımda bulunmaya teşvik ettiği çalışması farklı deneyimleri bir araya getirecek bir ipucu olarak değerlendirilebilir. Bu, taşınabilir sanat (ya da daha farklı sergilemelerden) elde edilecek toplamlar ile veri bankası niteliğinde bir çalışma olacak – Yoko Ono’nun 2007 sergisindeki “Wish Tree” çalışması gibi. Evrim Kavcar’ın bir sergi kurulumu esnasında yakın arkadaşı Çiğdem Kaya’nın fotoğrafını çektiği “Evrim’in Gözünden Çiğdem” çalışmasının yorumunu, bir fotoğraf eleştirmenine bırakacağım. Ancak yine de serginin 2008 ayağındaki broşürde yer alan “Bu resmi ancak Evrim çekebilirdi” yargısı için, “acaba bu resmi kim çekemezdi?” sorusunu sormalıyım.
Raziye Kubat’ın çalışmaları serginin geleneksel malzeme ile oluşturulan – Evrim Kavcar’ın fotoğrafını da dahil edersek – nadir çalışmalarından. İnsanın farklı durumlarda işgal ettiği mekân içerisinde anlamlandırılmasını sunan 2005 tarihli “Kendine Ait Bir Oda” serisi hem bağlamsallığın önemini hem de bir yandan kişisel olarak diğer yandan ortak hissedilen çeşitli deneyimleri ifade etme açısından çok önemli. Bununla birlikte, oldukça sığ bir tartışma olan “enstalasyoncu, videocu ya da tuval ressamı” tartışmasını, bu sergi kapsamında – olumlu olarak - değersizleştiren bir çalışma olduğunu da düşünüyorum. Eğer duygularınızı en iyi hangi araç ile iletiyorsanız, onu kullanmalısınız. Ya da diğer bir deyişle “paradigmatik” bir değişim yaratabilmek, teknoloji ya da yenilik kullanımından çok daha önemli. Bu noktada yeniliğin öneminin, “kurumsallaşmaya” yüz tutan yeniliklerin yanında olmak olmadığını, yeniliğin başlı başına – malzemesi ne olursa olsun – bir “dönüşüm” olduğunu ileri sürebiliriz.
Sonuçta, - birkaç çalışmaya değinemedim açıkçası – sergi bir proje olarak hedef kitlesine ulaştı. Serginin gezilme sıklığını ve bundan aldığı/ alabileceği reaksiyonları, proje sonuna kadar takip etmek gerekir. Küçük ipuçlarına – birbirlerine referans vermeye çalışarak – değindiğim sanatçılar ve işleri üzerine ise, daha geniş bir mecranın, ayrı değerlendirme yöntemlerinin ve analizlerinin geliştirilmesi lazım.
Fırat Arapoğlu
Gençsanat Dergisi Temmuz-Ağustos 2009, s. 32-37 (Aynı metin İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Görsel Sanatlar Yönetmenliği tarafından “Taşınabilir Sanat Projesi” (Portable Art) katalogunda (Eylül-2009) 76-78. Sayfalarda İngilizce/Türkçe olarak basıldı; görselleri bir süre sonra yayınlamaya çalışacağım).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder