Prof. Dr. İsmail Tunalı, geçtiğimiz hafta ‘Kültür Felsefesi Bağlamında Modernite ve Postmodernite’ başlığı ile Trakya Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin düzenlediği bir söyleşide Edirneliler ve Trakya Üniversiteliler ile birlikteydi. Merkez-dışı olarak isimlendirilen üniversitelerin bu tarz etkinlikler ile hem kendi öğrencileri ve bulundukları şehri dönüştürme arzularını hem de bu vesileyle görünürlüklerini arttırma çabalarını bir kez daha görmüş olduk. Bunu elbette ki, pozitif bir edim olarak kabul edip, Trakya Üniversitesi’ni kutlamak gerekiyor.
İsmail Tunalı, o hep alışık olduğumuz diyalektiğin ustalıklı kullanımı ile modernite ve postmodernite gelişimini, kültürel ve tarihsel bir boyutta ele alarak, başlangıcından bugüne yetkin bir panorama sunumu ile gözler önüne serdi. 1950’lerin toplumsal tarihin akışında önemli bir metamorfoza sahne olduğunu belirten filozof (bu saptaması ile Sorokin’in 1957 tarihli tespitlerine referans vererek), post-endüstriyel bir çağa girişin, özellikle sanatta ve mimaride postmodernizm olarak isimlendirildiğini hatırlattı
MEKANİK DÜNYANIN İNŞASI
Duayen isim, burada Comte üzerinden devam ederek, insan zihninin son dönemlerini, ürünü bilim olan pozitif evre ile açımlayarak, Ernst Mach’ın felsefenin görevinin sadece bilimsel kavramların eleştirisini ve temellendirmesini yapmak olduğunu tespitle, pozitifist – materyalist bir sürece uzanan yolu özetledi. Bu Marx’ın diyalektik materyalizmine ve böylece tarihsel gelişimin ‘üretim araçları’ üzerinden ekonomik açıdan yorumlanması ile sonuçlanacaktır (Tunalı’nın konuşmasında sıklıkla dayandığı Hegel’e ismen değinmemesini artık bütüncül bir ‘içselleştirme’ olarak kabul etmek gerekiyor). Bu üretim hızı teknolojiye uzanırken, aynı zamanda endüstrileşmeyi getirecek, bu endüstrileşme ve teknoloji ‘universal’ olacak ve doğaya hakim olmada kullanılacaktır (Konuşmasının birçok yerinde ‘doğanın’ hakim olunacak bir şey olarak görmemesi göze çarpmaktaydı, bu Tunalı’nın ‘ekolojist’ yaklaşıma haiz oluşunu gösteriyor).
Peki bu doğaya hakim olma yolundaki endüstrileşme neyi getirecekti?: Yabancılaşma( Entfremdung). Mekanik bir dünya inşasının içerisinde ruhunu yitiren insan, yıllarca sanat ve hayat arasındaki duvardan nasibini alacak, aradaki bariyeri aşamayacaktır. Ancak Planck’ın ‘kuantum’ ve Einstein’ın ‘rölativite’ tezleri ile zamansal – mekansal koşutluktaki varoluşçuluk, yapısalcılık gibi düşünce yapıları ile süreç açıklanılmaya çalışılmıştır.
Tunalı, Bab-ı Ali üslubunun süreklilik arz eden konuşma tarzı ile konusunu 1874’te Empresyonistlerin sergisine ve ardından detaylara girmeden Fütürizm, Ekspresyonizm ve Kübizm ile resim boyutuna taşıdı. Resimsel düzeyde Non-Figürasyona varan bu süreç (1960’larda bazı öncü isimlerle Türkiye’de ancak başlayacaktı), Pürist, Minimalist bir indirgemecilik tarafından temsil edilmekte ve seçkinci bir moderniteye hizmet etmektedir (Kendi kendisine referans veren sanat, Clement Greenberg). Buna esaslı tepkilerden birisi Bauhaus okulundan gelmiştir: “Tasarımın Gücü”. Öte yandan yapısalcılık araştırmaları da aynı üst-söylemlerin eleştirisinin yolunu açan gösteren+gösterilen ilişkilerine odaklanmıştı.
Tunalı, Marx’ın temel bir tezine dayanarak devam etti: Biliminde, sanatında her şeyden önce birer tasarım oldukları. Referans vermese de hatırlayalım: “Arıların balmumundan yaptıkları hücrelerin yapıları gözönüne alındığında, mimarların yeteneklerini geçebilecekleri düşünülür. Ancak en deneyimli arıdan, en kötü mimarı ayırt edecek olan, mimarın hücreleri arı kovanını inşa etmeden önce kafasında biçimlendirmesidir”. İşte bu noktada bir post-modern toplum yapısının şekillenmesini özetlenebilirdi: Modernite; tektipleşme(homojenite), azalma, makineleşme arzusudur (Mies van der Rohe “Az, çoktur”). Postmodernite ise çoğulculuğa (heterojenite), artmaya dayanmaktadır ve bunu Venturi “Az, sıkıcıdır” olarak belirtmektedir. Böylece resim düzeyinde ortaya çıkan Pop-Art, Op-Art gibi akımlar; yeni üretim biçimleri olarak da Video Sanatı ve Enstalasyonlar arka arkaya tarih sahnesine çıkmışlardır.
TEK TİPLEŞME ARZUSU
Yeniçağın getirdiklerini ‘özgürlük’ ve ‘yenilik’ kavramları altında özetleyerek Tunalı konuşmasının sonuna doğru, modernite – postmodernite süreçlerinin temel ayrımlarını belirtti: Modernitenin devlet şekli ‘Ulus-Devletken’, postmodernite ‘Özgürlükçü Demokrasiye’ dayanmaktadır. Modernitenin devletçi ekonomisinin yerini ise, serbest piyasa ekonomisi almıştır. Buraya kadar, bunlar bilinen ayrımlar olarak salonda algılanırken, konuşmacının bireyin özgürlüğü’nün para ile olan eşitsizliğini ortaya koyması ve modernitenin etik değerlerinin (bu bir seçkinciliktir), postmodernitede rant değerleri üzerinden değerlendirilebileceği tezi, dinleyicilerin tekrar düşünme moduna girişlerini sağladı (Rant değerleri tespitine bir noktaya kadar katılınabilir, ama yukarıda bahsettiğim ‘ekolojist’ dayanaklarının, Joseph Beuys’un ‘Sosyal Plastisitesinin’, feminist okumaların vb. getirdiği açılımların da göz ardı edilmemesi gerekir).
Tarihsel gelişim, diyalektik yasaya göre elbette yeni bir çağın kapısını açacak, müjdeleyecek. Toplumsal eşitsizlik, adaletsizliği ortadan kaldırma yolunda, modernist üst-söylemlerin yarattıkları hegemonik yapı eleştirilmekte ve bu devam ediyor. Öte yandan yine modernitenin kimlik ve farklılık konularındaki tektipleşme arzusu da içeriden dinamitlenmiş, beden üzerinde kurmak istedikleri tahakküm Foucoult gibi isimler tarafından ifşa edilmiştir. Geç- modernitenin küreselleşme arzusu ile yaşamı kontrol etme arzusu arasındaki etik dışı ilişkiyi başka bir değerlendirmeye bırakarak, Tunalı’nın son cümlesi ile bitirelim, çünkü dünyanın, bu Türkiye biliminin önemli hocasının da belirttiği gibi, ‘bir umudu’ hala yaşamakta oluşu, geleceğe dair özlemlerin bir ifadesi: “Bu nedenle, tarihsel diyalektiğin beklenen bu yeni formunun, özgürlükçü, ama, toplumsal değerlerin hakça paylaşıldığı, antiemperyalist, bilgi, etik, estetik ve kültür değerleriyle insanın insanca yaşayacağı bir çağ olarak gelmesini bu gün tüm insanlık umutla beklemektedir”.
FIRAT ARAPOĞLU
15 Ocak 2010 tarihli Birgün Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder