14 Kasım 2010 Pazar

artALAN - Kopyala - Yapıştır, Montaj! Montaj!


art-ALAN

Fırat ARAPOĞLU

firat.arapoglu@gmail.com

Kopyala-Yapıştır, Montaj! Montaj!

Yazarı yaşayan, 2010 yılında basılan bir kitabın önsözü neden 2005 tarihli olur? Bir yazar, aktüel sanat ve sanat eleştirisi sorunsalına daha net parmak basabileceği bu olasılığı neden es geçer?

Merhabalar, bundan sonra ‘EK!’de görsel sanatlarla ilgili deneyim ve düşüncelerimi paylaşabileceğim ve bunun üzerine Birgün’ün kültür-sanat sayfasındaki eleştirilerime göre daha farklı, paylaşımcı bir platform oluşturmaya çalışacağım. Her türlü konuda bana yazabilirsiniz, köşenin el verdiğince oluşturabileceğimiz yaratıcı tartışmaları burada belirtebilirim. Bu hafta bir kitap, birkaç sergi haberi ve sanat ve sanat eğitimi üzerine sempozyumlarda gözlemlediğim bir konu özelinden başlangıç yapalım.

Prof. Dr. Ayla Ersoy Türkiye Sanat Tarihi’nin önemli isimlerinden. 1982 – 2006 yılları arasında, tam 24 yıl Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak çalıştı ve hala bildiğim kadarı ile Yeni Yüzyıl Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Dekan Vekili olarak görev yapmakta. Ben bu değerli ismin ‘Sanat Eleştirisi’ başlıklı kitabında gözlemlediğim bazı olgulara değinmeye çalışacağım (Artes Yayınları, İstanbul – 2010).

ÖNSÖZ – BASIM TARİHİ UYUŞMAZLIĞI

Yazarı yaşayan, 2010 yılında basılan bir kitabın önsözü neden 2005 tarihli olabilir? Bir yazar, aktüel sanat ve sanat eleştirisi sorunsalına daha net parmak basabileceği bu olasılığı neden es geçer? Bunlar daha kitabın başında sadece benim değil, birçok okuyucunun da aklına gelmiştir. Hem 2005 – 2010 arası süreçte önemli şeyler yaşanmadı mı? Birincisi Tophane çeşitli galerilerin gruplaştığı bir merkez olarak ortaya çıktı. İkincisi Mısır Apartmanı Casa Della Arte, Galeri Nev’in taşınması ile İstiklal Caddesi’nin ortasında farklı bir konum yarattı. Üçüncüsü 2007 ve 2009’da ikisi de çeşitli biçimlerde ses getiren iki önemli Bienal yaşandı. Sanat eleştirisi bu majör olaylardan etkilenmedi mi bu 5 yıllık süre içinde?

Kitabın editöryel olarak iyi yönetilmediğini gösteren parametrelerden birisi de redaksiyondaki sıkıntılar. 24. Sayfada Sezer Tansuğ’un 1976 tarihli bir yayınına atıf görüyorsunuz ama bunu kaynakçada bulamıyorsunuz. Aynısı György Lukacs’a atıf verilen 30. Sayfa için de geçerli. Öte yandan cümle düşüklükleri ve düpedüz yanlış kelime basımları da çok can sıkıyor. Önemli bir ismin kitabında “Bu ele alınana (?) yapıtın üretildiği çağın değer ölçütleriyle yargılanması demektir.” (s. 27); “Hatta yerleşik kuralları yıkmayı baçlıca (?) amaç edinen …” (s.27) gibi hatalar, böyle iddialı bir kitap başlığına hiç yakışmıyor.

ELEŞTİRMEN KİMDİR?

Biçimsel olanların yanında, biraz da içeriksel yanlışlara değinmek istiyorum. Bölüm 1’in altbaşlıklarından olan ‘Eleştirmen Kimdir?’ kısmında da dikkatlerden kaçmayacak bazı tespitler var: “İyi bir eleştirmen ruhunun maceralarını şaheserler ortasında bulan kişidir.” Sayın Ersoy, 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde bu nasıl bir tespit? 1973’te Nicos Hadjinicolau’nun ‘Histoire de l'art et lutte des classes’ kitabı yayımlandığında (Türkçe çevirisi 1987), sanat tarihinin gerici bir bilim dalı olduğunu iddia ederken, John Berger de yazılarıyla geleneksel sanat eleştirisini alaşağı etmişti. Yine İngiliz ekolünden Michael Baxandall 1985 yılında ‘Patterns of Intention’da ‘ekhprasis’ yazımının çağdışılığını gösterirken, - henüz Türkçeye çevrilmiş değil, kendime referans vermek zorundayım, ilk iki bölümünü 2006’da çevirdim -, bu alandaki son etkili eleştirilerden birisi İngiliz sol yazınından geldi; Jonathan Harris 2001’de ‘the New Art History: A Critical Introduction’ (Yeni Sanat Tarihi: Eleştirel Bir Başlangıç) kitabında değil romantik yazımı, sanat tarihinin 1860’lardan bugüne tüm bir geleneğinin yapı-bozumunu sundu.

FORMALİST BAKIŞ AÇISI

Ersoy’un kitabından bir alıntıyla devam edelim: “Sanat tarihinde büyük şaheserler yaratmış 20 yaşında genç sanatçılar bulmak zor değildir, ama 20 yaşında sanat eleştirmeni bulmak neredeyse imkansızdır. Çünkü eleştirmen yıllarca süren gözlem, araştırma ve bilgi birikimiyle yoğrulmak zorundadır” diyor. Oysa John Ruskin ‘Modern Painters’ın (Modern Ressamlar) ilk cildini yayımladığında 24 yaşındaydı. Ülkemizde de oldukça iyi bilinen ve birçok eseri çevrilen, -Ayla Ersoy’un da iki eserine referans verdiği- John Berger ilk eleştirilerini yazmaya başladığında 22 yaşındaydı. Ülkemizde AICA Başkanlığı’nı yürüten Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Burcu Pelvanoğlu’da 2000’in ortalarından bu yana yayınlarını sürdürüyor. Pelvanoğlu, 1980 doğumlu. Bu görüşe tam anlamı ile katılmak olası değil. Bilgilenme süreci ve yazarlık, uzun süreçli emekler ve denemeler isteyen bir süreç, kabul. Peki, bunun için yılların mı geçmesi gerekiyor? Emeği, yaşamınızın 20’li yaşlarında sığdırabildiğinizde de etkili sonuçlar alamaz mısınız? Futbolda istatistikler bazen topa çok sahip olmayan takımların maç kazandıklarını gösteriyor; o zaman topu rakibe mi versinler? Öte yandan meslekte yıllardır yazı yazan bazı eleştirmenlerimizin artık kendilerini tekrar ettikleri ve hiçbir kuramsal yaklaşım geliştiremedikleri de ortada. Madem yılların gözlemleri, araştırma ve bilgisi gerekiyor. Bu gözlemi kabul ettim diyelim neyi araştırıp, hangi bilgileri sundular?

Kitabın diğer bir savını da burada anmak gerekiyor. Bu, 70. sayfadaki “Hiçbir sanatçı çağına karşı yapıt yaratamaz.” aforizması. Bu formalist bir bakışın, Wölfflin – Arnheim dizgesinden gelen bir bakışın izi. Bu bakış açısını kırabilmek için sadece Marcel Duchamp örneğini hatırlamak yeterli... Larry Shiner’ın belirttiği gibi Duchamp’ın fiziki varlığı 20. yüzyılın ilk yarısına aitse de, etkisi ve sonuçlarına ilişkin yorumlar 1950’lerden itibaren önemli.

‘GÖRMEZDEN GELİNEN’ ELEŞTİRMENLER

Son olarak kitapta Türkiyeli sanat eleştirmenlerinin listesi bölümü bulunuyor. Fikret Adil’den Levent Çalıkoğlu’na kadar gelen bir isim listesi var. Burada da açıkçası seçilen tercihlerde bir eksiklik var. Hadi Türkiye’de sanat eleştirisinin ortaya çıktığı süreçten çağdaş eleştiriye kadar gelen kısmı bir ‘seçim’ olarak değerlendirelim ve bunun eleştirisini Kaya Özsezgin gibi isimlere bırakalım. Fakat Ayşegül Sönmez, Esra Aliçavuşoğlu ve Ahu Antmen’in görmezden gelinmesi konusu oldukça ilginç. Açık konuşmak gerekirse Türkiye’nin zaten sayıları iki üçü geçmeyen kültür sanat sayfasına sahip gazetelerinden ikisinin yazarları bu isimler. Sönmez Radikal, Aliçavuşoğlu yıllardır Cumhuriyet ve Antmen’de Radikal’de yazdılar/yazıyorlar. Her üç isimde önemli olduğu gibi, son ikisinin doktoraları da ‘Türkiye’de Çağdaş Sanat’ üzerine. Ahu Antmen ve Ayşegül Sönmez, Kasım 2008’de ‘Gençsanat’taki araştırmada Levent Çalıkoğlu ile beraber ilk üç isim arasında yer de aldılar. Hasan Bülent Kahraman, Ali Şimşek isimlerinin olmamasını da buna eklemeliyim.

VE NİTELİKSİZ TEKİLLİKLER...

Bu yazdıklarım bir rica, öneri ya da eleştiri olarak mı alınır bilemem ama son dönemde gözlemlediğim olgulardan birisini daha paylaşmam gerekiyor. Şimdilik nominal davranmayacağım ama düzenlenen bilimsel sempozyumların çoğu ya dostlar alışverişte görsün ya da yardımcı doçent ve doçent olacak öğretim üyelerine puan getirmesi için düzenleniyor gibi görünmekte. Hadi bunu da bir an kabul edelim, doğal diyelim; seçici bilimsel kurullar nasıl görevlerini gerçekleştiriyorlar bunu anlamak da olası değil. Bakıyorum, karşılaştığım araştırmalar ya herhangi bir mesai harcanmamış, kopyala – yapıştır romantik metinlerle montajlanan yeni metinler ya da hiçbir sonuca varmayan, defalarca işlenmiş konular. İki nedeni var sanırım bu işin; ya sempozyum bilim kurulları gönderilen metinleri okumuyorlar ya da çağdaş sanat yazınını takip etmiyorlar. Özellikle sıkıntılı bir konu sanat eğitimi üzerine yapılan anketler. Koşullu ve sonuçları bilinen anket sorularından yapılan araştırmalara ne dememiz gerekiyor? Bu özgün ve çığır açıcı bir araştırma olarak değerlendirilebilir mi? “Türkiye’de Güzel Sanatlar Fakülteleri’ndeki atölye, malzeme olanaklarını bütüncül olarak yeterli buluyor musunuz?” sorusunun cevabı gayet açıkken, bu soruya %99 oranında “Hayır” cevabını alıp, bunu makaleleştirmenin ne anlamı var? Açıkçası sanatta ihtiyacımız olan bu tarz içi boş anketler değil, spekülatif önermelerle Türkiye Sanat Eğitimi’nin global ölçekte bulunduğu konumu sorgulamak. Hem bu bildiri önerilerini veren araştırmacıları anlamak da güç: Bir araştırmacıya “özgün araştırmacı” kimliğini veren, nicelik olarak “tek” olmasıdır. Bunun aksine araştırmacılar monolitik olarak çoğalırlarsa değerlerini kaybederler, çoğul içerisindeki, niteliksiz “tekillikler” olurlar.

KUTU: Kasım Ayına Dair Etkinlik Notları:

Antakya Bienali: 15 Ekim – 20 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirilecek 2. Uluslararası Antakya Bienali’nin bu yıl ki konsepti “Anlayışınız İçin Teşekkür Ederiz” başlığını taşıyor. Bienalin ana mekanları Antim İş Merkezi ve Zet Galeri, ayrıca sekiz kamusal alanda da işler yer alıyor. Etkinliğin küratörleri Arzu Yayıntaş ve Dessislava Dimova.

Ekrem Kahraman “Bulunduğumuz Yer… Geçtiğimiz Zaman…” başlıklı, Cep Sanat Galerisi tarafından düzenlenen kişisel sergisi ile 21 Ekim -21 Kasım tarihleri arasında The Marmara Pera Sanat Galerisi’nde.

Serkan Zihli ve Selin Söl ortaklığında farklı bir konsepte doğru geçen ‘Daire Tophane’, Avusturya’da yaşayan ve çalışan Türk sanatçı Esin Turan‘ın Türkiye’deki ikinci kişisel sergisi “Pötikare Hayatlar"ı 26 Ekim – 20 Kasım tarihleri arasında sergileyecek.

(1 Kasım 2010 tarihli Birgün Gazetesi'nin Eleştirel Kültür Eki'nde 9 - 10. sayfalarda yayınlanmıştır).


25 Eylül 2010 Cumartesi

YA BENİMSİN YA KARA TOPRAĞIN!


FIRAT ARAPOĞLU

26 Ağustos – 17 Eylül tarihleri arasında Galeri Artist Çukurcuma’da gerçekleştirilen Hülya Küpçüoğlu’nun ‘Sadece Benim Olacaksın’ başlıklı kişisel sergisi, Yeşilçam’ın klişeleşen arabesk repliğine dair, 1980’lerin apolitik yozluğunun 1990’ların Leman dergisi etrafında geliştirilen yeni orta sınıf jargonunda hiciv edilmesini akla getiriyordu. Ama sergi için sadece bu tespitin yetmeyeceği görülüyor. Sadece Benim Olacaksın! vurgusu, içerisinde ‘eksik’ oluşmuş kişilik psikolojisinin yansımalarını da göstermekte ki, bu da böyle problemli bir kişiliğin geri bıraktırılmış coğrafyalar ya da büyükşehirlerin varoşlarında geliştirdiği kültürde, kişinin kendisini merkeze alarak etrafındaki tüm ilişkileri birer ‘uydu’ olarak görmesinden kaynaklanıyor. Bir nevi ‘Polat Alemdar Sendromu’ olarak da adlandırılabilir. Bu tespite son kısımda dönelim.

KADİR ULEN DELİ KADİR!
Sergide ilk gözlemlenen Küpçüoğlu’nun oto-portresi. Açıkçası şaşırtıcı bir sunum, zira bağlamsal bir sergide oto-portre, sanatçının da yaşanmışlıkların içerisine dahil olduğu anlamına çıkıyor. Bunda bir beis yok ama sergide popüler kültür ikonlarının temellük edilmesi acaba sanatçının da mı kendisini popüler kültür içerisinde gördüğü sorusunu akla getirmez mi? Elbette Küpçüoğlu bu soruya ‘Evet’ yanıtı vermez. Hele hele sanatta ‘popüler’ değil, ‘tanınmış’ (well-known) sözcüğü tercih edilmekteyken. Sanatçının bu sunumu, işte böyle birçok ikircikli soruya neden olmakta.

Kadir İnanır gibi Yeşilçam figürlerinin yer alışı, önceki dönemlerin ‘saf’ aşklarını simgelemek üzere sunulmuş. Sahi bu doğru mu? Yeşilçam aşkları çok da saf mı? Buna hemen ‘evet’ demek zor. Örneğin Kadir İnanır imgesinin sunulduğu çalışma nasıl değerlendirilebilir? Sanatçının resmettiği poz, 1985 tarihli bir Kadir İnanır & Harika Avcı filminden. Bir mafya üyesi olan Ateşdağlı (Kadir İnanır) çatışmalardan kaçtığı sahil kasabasında oturduğu evin kızına - Harika Avcı – aşık olur. Onun sayesinde silah bırakır, mutlu sonla film biter. Ama insan sormadan edemiyor, bu aşk sahnesi için afişte elinde silahıyla poz veren imge, ‘saf’ aşkı ne kadar simgeliyor? At (1985 versiyon için kırmızı bir Mercedes!), avrat ve silah sendromu mu aslında görülen?

HASTALIKLI RUH HALİNİN TEZAHÜRÜ!
‘Sadece Benim Olacaksın!’ vurgusu, sahip olma arzusunun hastalıklı bir hali. Dünyayı, insanları ve nesneleri kendi uydusu gibi gören hastalıklı bir bünyenin tezahürü bu. Bunun mantıksal dayanaklarını biraz da ‘tüketim kültürü’ içerisinde görmek gerekiyor. Aşkların bile ‘tüketim’ çarkı içerisinde Sevgililer Günü gibi kapitalist pazarlama ile sunulduğunu ve ülkemizde bunun 1980’lerden bu yana ‘trendy’ bir davranış olarak arttığını unutmak mümkün değil. Sanatçı, belki de bundan kaçınmak istiyor, ama kaçarken ‘nostaljinin’ iplerine takılıyor. Sadece Benim Olacaksın!.. Bu düşünceye sahip olan bünye obsesiftir ve bunun ülkemizdeki versiyonu maalesef yer yer aşk cinayetlerinde görülüyor. Vurgunun bu ironik yanını görmek isterdim sergide, ama Küpçüoğlu işin bu tarafına hiç eğilmemiş. Halbuki bu arabesk söylem bazı insanların hayatlarına mal oluyor.

Hülya Küpçüoğlu’nun konstrüktivist dönemi, ağır ağır pop-art ve türevlerine kaymakta. Mart ayındaki ‘Çok Güzel’ sergisinde yer alan ‘Güzel Ama’ işi Hülya Avşar ve Angelina Jolie’yi temel almıştı ve bu sergi ile beraber popüler ikonları temellük ettiği işlerin devamı da gelecek gibi. Sanatçının bu dönemini izlemek eğlenceli olacak.
Son söz Hürriyet Gazetesi’nin 16 Eylül 2010 tarihli nüshasından Kültürazzi köşesine. Küpçüoğlu basının Nuri Alço’nun imgesinin yer alacağı işin üzerine çok gitmesinden rahatsız olduğundan ve mekânın da darlığından dolayı bazı Yeşilçam sahnelerini sergiden çıkartmış. Bu tartışılabilir, hatta ikincisi bir ‘bahane’ de olabilir. Ama gazetenin ikinci basın bülteni yerine ilkini kullanması etik dışı bir tavır. Ayrıca Sabah, Hürriyet gibi boyalı basının sanat sayfaları okullardaki ilköğretim panolarına bile dua okuturken, bu anlamsız ‘paparazzilik’ neyin nesi? Sergi eleştirisi yapma niteliği olmayan kalemler, görsel sanat etkinlikleri üzerine magazinciliğe mi soyunuyor?

BATMAYAN GEMİ YA DA BİTMEYEN AŞK!
Sanatçı çokça bilinen ‘pop imgeleri’ biraz da nostaljik bir bakış açısı ile temellük etmiş. Aslında bu sanatta sunumu riskli bir konu, zira en temelde nostalji dediğimiz şey insanoğlunun defosu değil mi? Küpçüoğlu’nun Hollywood imgelerini kullanması bu nostalji üzerinden hareket ediyor ve Casablanca, Titanic gibi filmlerden sahnelerle karşımıza çıkıyor. Casablanca’da Rick, Isla ve Victor Lazla arasındaki üç köşeli aşk hikâyesi – Humphrey Bogart, Ingrid Bergman ve Paul Henried - 1942 tarihli unutulmaz filmden kesilen bir sahneyle sunulmuş. Titanic’te ise karşımıza asla ‘batmayacak’ geminin, kaza sonrasında Jack Dowson ve Rose DeWitt Bukater’in (Leonardo di Caprio & Kate Winslet) suyun içerisindeki durumu çıkıyor. Sanatçının galerinin iç kısmındaki boşlukta yer alan videosunda ise, İstanbul’un çeşitli yerlerinde el ele tutuşarak yürüyen çiftleri Michael Jackson’un ‘The Girl is Mine’ (1982) parçası eşliğinde izliyorsunuz. Üç boyutlu işlerden ziyade bu işin daha çok sergi temasına sahip çıktığı söylenebilir zira üç boyutlu işlerdeki aceleciliğin ilerdeki sergilerde giderilmesi gerekiyor.

(21 Eylül 2010 tarihli Birgün Gazetesi'nde yayınlanmıştır)

16 Eylül 2010 Perşembe

Trafik ışıkları olmayan şehir, şehriyle iç içe bir bienal: Sinopale!

SİNOPALE VENEDİK’TEN DAHA EĞLENCELİ

Trafik ışıkları olmayan şehir, şehriyle iç içe bir bienal: Sinopale!

Fırat ARAPOĞLU

Tarihi Sinop Hapishanesi’nin Bölge Çocuk Islahevi Binası. 1999’da Kültür Bakanlığı’na devredilen binaya yaklaşıldığında, cephedeki dokuz pencere açıklığına yerleştirilmiş aynalar ve bu aynaların içerisindeki hoparlörlerden gelen şarkılarla karşılaşılıyor. Sinoplu gençlerin hapisteki bir arkadaşlarına gönderecekleri şarkılar. Aynalar, içerde olanın aslında “bakanın” kendisi olduğunu gösteriyor, halkın ıslah edilen çocukluğu. Georg Klein’in binadan yarattığı devasa enstalasyona, hatta heykele bakarak bienale giriş yapılıyor ve tecrübeli sanatçı, dokuz dakikalık loop’lar halinde yedi ayrı sesi yansıtıyor.

Sinopale Uluslararası Sinop Bienali (ya da bienal gazetesi Sinopsis’deki diğer bir isimlendirmeyle Sinopale Uluslararası Çağdaş Sanat Sergisi) 14 Ağustos’ta açılışını yaptı. Kavramsal çerçevesi ise “Gizli Anılar, Kayıp İzler” başlığını taşıyor. Etkinlik içerisinde Sonja Böhlander Tanrısever’in atölye çalışmaları, Renan Koen’in “İçimdeki Dev Senfoni II” projesi, Artcitizens’ Shop, Ziya Azazi dans atölyesi ve sanatçının “Ember” performansı, Hülya Karakaş’ın tiyatro projesi ve Hande Sağlam’ın küratörlüğündeki “Sesin İzi – Engin Aksan Arşivi” sergisi ve “Sesler” atölyesi çalışmaları da yer aldı. Böylece çok yönlü bu etkinliklerin Sinop halkı ve bienal izleyicilerini çekmek adına tasarlandığı görülüyor. Bu etkinliklerin eleştirisini başka değerlendirmelere bırakarak, görsel sanat çalışmalarına odaklanalım.

22 Sanatçı 8 Küratör!

Bu hesaba göre bir küratöre 2,75 sanatçı düşüyor Sinopale’de. T. Melih Görgün, Beral Madra, Vittorio Urbani, Nike Baetzner, Rana Öztürk, Branko Franceshi, Vaari Claffey ve Hande Sağlam bienalin eş-küratörleri olarak ilan edilmişti. Bienal sanatçılarını, etkinliğin merkez mekanı tarihi hapishanedeki işlerle görürsek:

Sergi sizi sessel olarak Klein’in girişte belirttiğim “Aynaların Şarkıları” yerleştirmesi ile karşılıyor. 2007 Santralistanbul’daki “Kamusal Alan ve Güncel Sanat” projelerinden hatırlanılabilecek Maria Papdimitriu’nun “Hotel Nokul” çalışması ise serginin dikkatleri çeken ama çağdaş sanat tarihinde bilindik çalışmalardan. Sinop’taki Gül Palas otelden esinle oluşturulan Hotel Nokul’da şehrin belleğine dair göndermeler var, fakat Sinop hariç coğrafyasal göndermeleri belli kalıpların ötesine geçemiyor.

Fotoğrafın önemli isimlerinden Sıtkı Kösemen’in Sinop – Karadeniz serisi, kente dair farklı enstantaneleri büyük boyutlu çıktılarla sunarken, Daniele Pezzi, Avustralya’da ait olmak istediği mekanı aradığı “A Man a Foot ain’t a Man at All” çalışması ile beraber Sinop’ta kurguladığı, batık bir kenti Sinoplu bir balıkçı ile beraber aradığı etkili videosu ile bienalde yer alıyor. Garanti Platform Residency Programı’ndan hatırlanacak Els vanden Meersch’in hayalet Kürt kasabalarını sergilediği çalışmasının etkililiğinin yanında, Google-Sinop olarak isimlendirilen merkezi yerlere dair fotoğrafları derlediği küçük seçkisi de görmeye değer. Maria Ikonomopolou’nun “Anı Yetiştirmek” çalışması yerel kültüre dair çiçekler ve tekstilde bu çiçeklerin kullanımını, onları anlamsal olarak destekleyen yine kağıtlardan üretilmiş sözcüklerle sunuyor. Yerel belleği simgeleyen çalışma olarak iyi, ama malzeme seçimi ve mekanın rüzgar alışı ve deforme bir bina oluşunun hesap edilmemesi açısından aktüel durumu yetersiz bir çalışma. Aynı dertten Joel Andrianomearisoa’nın “Kara Sevda – melankoli – Düşlerde Uyku İsraf Etmek” çalışması da nasibini almış. Kağıt, plastik, kumaş ve küçük aynalar gibi malzemeleri kullanarak yatak, merdiven, öznenin kendini deneyimlediği küçük ayna formlarının sunulduğu çalışması bilinçsiz izleyiciler ve rüzgarın azizliği ile bazı yerlerde deforme olmuş. Anne Metzen’in Sinop’un radar noktası olarak tespitini sunduğu raporlar ve halktan radar üssündeki ABD’lilerle iletişimde olanların anılarından derlediği raporlar bienalin vurucu çalışmalarından. Etkileşimliliği Yoko Ono’nun işlerini akla getirirken, izleyicide dönüştürülmüş, manipüle edilmiş bir düşünce hissiyatını oluşturabiliyor.

Dr. Rıza Nur Kütüphanesi’nde Bilindik ve Yenilikçi Videolar

Rana Öztürk ve Vaari Claffey’in küratörlüğündeki “Geçici Olarak Rafa Kaldırıldı” sergisi başlık olarak ve sergideki bazı işlerle uyumu ile oldukça etkileyici. Tabii ki bütün işler bu temayı kaldırır durumda değil. Öncelikle giriş katındaki “Masa Projesi” uzun zaman sonra ilk defa yerini bulduğu bir mekan olarak, kütüphane içerisinde Sinoplu karikatürist Seyit Saatçi’nin işlerini ve onunla ilgili bir belgeseli gösteriyor. Videolar ve diğer işlerden akılda kalanların başında, yazının başlığını da sözlerinden aldığım Ronan McCrea’nın “Alfred H.’nin Kayıp Fotoğrafları” başlıklı slaytları ve Declan Clarke’ın “Problem Biziz” başlıklı kütüphanelerden kaldırılan sol içerikli kitapları teşhir ettiği çalışmaları geliyor. Işıl Eğrikavuk, Tayfun Serttaş, Fiona Marron ve Sean Lynch’in çalışmaları algıda farklılaşmalar yaratan, kurgu, yabancılaştırma efektlerini kullanan işler. Gülsün Karamustafa’nın işi de arada bir kategori olarak İstanbul yabancılaştırması üzerinden Sinop’ta sergileniyor. Sarah Pierce, Ferhat Özgür, Bea MacMahon, Rhona Byrne’ın işlerinde ise pek yenilik görülemiyor. Pierce’ın İrlanda dilinde sunulan eski haberleri montajlaması, Özgür’ün Bridgend’i in-situ tespitler olarak bir öneri sunmuyorlar.

Bu sütunda tüm bienali analiz etmek elbette zor. Ama genel hatları ile genelde başarılı bir etkinlik olarak üçüncüsünü de gerçekleştirmiş durumda Sinopale. Tüm küratörleri tebrik etmek gerekiyor elbette, ama halkla iç içe geçen, izleyicilerini oluşturmaya başlayan, halkın iz’inin olmadığı herhangi bir “ötekileştirici” çalışmayı içermeyen Sinopale için T. Melih Görgün ve Beral Madra’yı ayrı kutlamak gerekiyor. Bienalin Sinopsis dergisinde “8. Sinopale’yi görürsem mutlu olacağım” diyen Madra ve “Buralardan gelen bir enerji beni sağlıklı kılıyor” diyen Görgün’e önümüzdeki bienallerde tekrar buluşmak üzere demek gerekli (fotoğraflar: Yalçın Kesen)

(6 Eylül 2010 tarihli Birgün Gazetesi'nde yayınlanmıştır).

27 Ağustos 2010 Cuma

Kimlikler Lütfen!


Kimlik ve farklılıklar üzerine odaklanan bir sergi

GAZETE HABERTÜRK / HÜLYA KÜPÇÜOĞLU
Ankara’da Cer Modern’de süren ve farklı kuşaklardan yaklaşık 20 sanatçının katıldığı “Kimlikler Lütfen!” sergisi, kimlik ve farklılıklar üzerine odaklanıyor. 17 Eylül’e kadar izlenebilecek olan serginin küratörü Fırat Arapoğlu sorularımızı yanıtladı.

■ 'Kimlikler Lütfen!' derken bireyselliği de çağrıştırıyor diyebilir miyiz?

Elbette, tekil düşüncenin var olmadığı bir çoğulluk. Zaten, bu serginin tam da karşısında olduğu bir olgu. Sergi, arzuladığım ve sanatçılarla kesiştiğimiz ölçüde farkılaşmaların, farklılıklar noktasındaki aynılıklarımızı ortaya koyduğunun bir göstergesi. Söz gelimi sergide, farklı coğrafyalardan 21 sanatçı var; Londra’dan Ergin Çavuşoğlu, New York’tan Konstantin Bojanov, İtalya’dan Şükran Moral işleri ile bunu temsil ediyorlar.


Öte yanda sanatçı-seyirci ilişkisine dair performans gerçekleştiren İnsel İnal, 'El Taş El Taş' çalışması ile kamuoyunda taş atan çocuklar olarak bilinen konuya gönderme yapıyor. Ekolojik kimlik vurgusuyla Genco Gülan ve bireysellikten yola çıkarak serginin kavramsal çerçevesine, görsel zenginliğine destek veren Orhan Cem Çetin de farklı konularda kimlik konusuna ışık tutuyorlar.

■ Sergi adından yola çıkarak politik bir söylemi de içeri aldığınızı söyleyebilir miyiz?

Sanatın politikayı içerdiğini hatırlatmama gerek yok sanırım. Tam tersi olası değildir ya da o zaman adına sanat değil, propaganda denilir. Modern sanat ve günümüzün piyasa odaklı yapıları, sanatın sermaye, sınıf çelişkileri, kadın, gay/lezbiyen kimlikleri, göçmen kimliği gibi konuları içermeyeceğini öne sürmüştü ve sürüyor. Ama bu, günbegün alaşağı edilen bir önerme. Güncelliği ile beraber geçmişe de vurgu yapan bir yapısı var serginin.

■ Marcuse’ün belirttiği "iktidarın karşısında olan" sanatçı modelini öneriyorsunuz. Türk resim sanatına bakarsak nasıl bir sanatçı kimliği görüyorsunuz?

Sanatçının malzemesi ne olursa olsun düşüncesini en iyi biçimde ifade eden kişi olduğuna inananlardanım. Türkiye sanatı haddinden fazla uzunca bir süre "romantik, naif" sanat dönemini yaşadı. Kısa bir dönem konstrüktivist etkilenimleri de eklemeliyim. Bu dönemin ardından, sanatın ve sanat tarihinin sorunları ile yüz yüze geldi. Akademi, monolitik kimlikler inşa etmeye çalıştı sürekli, hatta buna hâlâ devam ediyor. Farklılaşanları hemen bölücü, çılgın olarak yaftalıyorlar. Disiplinsizlikleri aslında başarılı oldukları konu.


Sanatçı, Türkiye’de üç başlık altında incelenebilir. Birincisi, herhangi bir ideolojiye angaje olmayan oportünistler. İkincisi Marksizm, etnik kimlik gibi birçok kimlik ve farklılık konusundan birazını yapmaya çalışan ama hiçbirinde başarılı olmayanlar. Üçüncüsü, tam olarak 'iktidarın karşısında olanlar'. Bu üçüncü gruptakiler toplumdaki etik rollerinin bilincinde olarak üretiyorlar ve geleceğin sanat tarihinde onlar yer alacak.


(Hülya Küpçüoğlu ile gerçekleştirdiğimiz röportaj 27 Ağustos 2010 tarihli Habertürk Gazetesi'nde yer almıştır.)

23 Ağustos 2010 Pazartesi

VALLA, ‘YEMİN EDEBİLİRDİM!’


VALLA, ‘YEMİN EDEBİLİRDİM!’
FOUCAULT’NUN, BAUDRİLLARD’İN RUHU BU SERGİDE GEZİNİYOR!
Valla, ‘Yemin Edebilirdim!’
FIRAT ARAPOĞLU

Şimdinin, yaşanılan anın yansıdığı, ilk etapta geçmişin ve geleceğin olmadığı, aktüel bir görüntü Daire Sanat’ın odalarından birisindeki duvar yansıtılmış. Webcam ve diğer basit malzemelerin bir araya getirildiği akvaryumda teknolojinin kullanımı, karmaşık multimedyatik şovların aksi bir istikamette, oldukça başarılı. Tabii kişinin kendi görüntüsünü deneyimlemesi Bill Viola, Bruce Nauman dahil sanat tarihinde birçok kez rastlanılan bir durum, ama bu sefer farklı bir noktada.
Daire Sanat’ta 10 Ağustos’ta açılışı yapılan ve Yeni Zelandalı beş genç sanatçıyı bir araya getiren ‘Yemin Edebilirdim’ sergisinin basın sunumundaki coğrafi olarak ‘izole bir konumda’ bulunduğu tespiti dikkatimi çekmişti ve bunu bir problem olarak görmüştüm. Avrupa’ya olan uzaklık ya da bir ‘ada kültürü’ olması üzerinden böyle bir okuma, ‘Batı Sanatı’ kavramının alaşağı edildi bir süreçte, hiç de gerekli bir his olarak gelmiyor bana. 2009 verilerine göre dünyanın en güvenlikli bölgelerden birisi olan Yeni Zelanda’da sanatçı kendini izole edilmiş hissederse, sözcüğün tam anlamı ile Gazze’li sanatçı nasıl hissetmeli kendisini? Neyse, Lindsberg’in prostetik hafıza teorisi ve tıptaki ‘hayalet organ sendromu’ ve bunun medya ile olan ilişkisini sorgulayan sergiye daha yakından bakalım.
HİPERGERÇEKLİK – SİMÜLASYON
Baudrillard ‘Simulakrlar ve Simulasyon’ isimli eserinde şöyle söylüyor: “Hipergerçeklik ve simülasyon, insanı her türlü ilke ve amaçtan caydırabildiği gibi, bu caydırma yeteneğini uzun süre kendisinden yararlanmış olan iktidara karşı da kullanabilmektedir”. Galerinin girişindeki Conor Clarke’ın üç çalışmasında, bu teorinin izdüşümleri gözlemlenebiliyor.
“Rummelsburger See Etrafındaki İstasyonları Gözlemek” isimli seride, Berlin’in eski endüstri bölgesi Stralau Peninsula’yı turist bakışı ile gözlemleyen Clarke, pitoresk bir manzara formunda, endüstrinin doğayı dönüştürümünü iktidar ve kapitalist üretim biçimine karşı kullanıyor. Bu fotoğrafların karşısında yer alan Trenton Garrat’ın interaktif işi ‘Kovma/Kabul’, ‘out of’ (dışında/..mış) kalıbının biteviye devam ettiği radyo yayının altında yer alan, kontrol dışı, gözden çıkmış vb. sözcüklerin yer aldığı bir metin ve ses arası bir ‘sessel/görsel şiir’ uygulamasını, görsel sanatlar içerisine bir enstalasyonla dahil ediyor. Fluxus sanatçılarından Emmett Williams ve Daniel Spoerri’nin ‘somut şiir’ olarak adlandırılan şiirsel deneyimlerini de içeren çalışma, prostetik hafıza teorisine referans veriyor.
GÖRDÜĞÜN GİBİ DEĞİL!
Serginin vurucu işlerinin başında Mark Henley’nin ‘Buzdağı Teorisi’ işi geliyor. Sanatçı, Galata’da açılan ‘Belirsizlikleri Göğüsleyebilme Becerisi’ sergisindeki ‘Bütünlük: Yapısal ve Aksi Halde’ çalışmasında alelade bir nesnenin farklı parçalarından, ayna yardımı ile bir yanılsama efekti yaratmıştı. Buradaki işi ise, gerçek zamanlı (real-time) olarak izleyicinin görüntüsünü anında tespit edip, yansıtan bir webcam ve webcam’in yer aldığı bir akvaryumdan oluşuyor. Bu gerçek zamanlı yansıtma, izleyicinin görüntüsünü duvarda görebilme manevralarında bir transformasyonu yansıtıyor. Bu katalogdaki yazıda, ‘taşıt tutması’ olgusu ile açıklanmış. Henley’in yarattığı etki, Nikos Navridis’in ilk olarak Rosa Martinez küratörlüğünde 51. Venedik Bienali’nde sergilenen ve 2006’da da İstanbul Modern ‘Venedik-İstanbul’ sergisinde kurulan ‘Breath (On Beckett)’ çalışmasının yarattığı olgu-zaman arasındaki farklı ilişkiselliği andırıyor. Buradaki gerçek zamanlı görüntü algı sorununu yansıtırken, Navridis’in işi de sadece 30 saniyelik bir çekimin loop’lanmasıydı. Serginin sunumundaki imge olarak da kullanılan ‘Ayak Uydurmak’ çalışması ise, aynı kavramlara antropomorfik bir gönderme yaratırken –kürek, el ilişkisindeki protez konumu–, Stelarc’ın protezlerini de akla getiriyor.
BEDEN PARÇALARI VE SUÇ BENDE!
Veronica Manchego’nun görselliğinin kalitesi ile dikkat çeken ‘Mağaralar’ videosu, hayvan ve insan bedenlerinin parçalarından oluşuyor. Daire Sanat’ın genellikle videolarının sergilendiği odadaki çalışma, parça-bütün ilişkisini kavramsallaştırma açısından önemli. Ne var ki, Henley, Clarke gibi isimlerin çalışmalarının yanında çok daha naif kalıyor. Cam O’Connell’ın kolektif ve komünal hafızayı sorguladığı ‘Mea Culpa’ serisi, medyatik ama popüler olmayan topluluk imgelerinin yansıtıldığı ama bunun Kartezyen bir grafikle sunulduğu desenlerle sonuçlanıyor.
Prostetik Hafıza, Hayalet Uzuv Sendromu ve bunun medyadaki kullanımı. Kültürel teknoloji ve dolayısıyla sanat da bunu kullandığında yine bir ‘kurgu’ üzerinden hareket edilmiyor mu? Bu da aslında sanatın ‘manipülasyon’ araçlarından biri olabilme, bu şekilde kullanılabilme olasılığını göstermez mi? Öte yandan, elbette ki prostetik hafıza tarihin derinliklerine atılmak istenen, unutturulmak istenen trajedileri görünür kılma yolunda da kullanılacak. Tabii o zaman da şu soru karşımıza çıkacaktır, kimin acısı daha büyük? Ve buna kim karar verecek? Yemin Edebilirdim sergisi bu ve bunun gibi sorgulamaları içererek, sezonun daha henüz tam açılmadığı bir süreçte az, ama etkili bir nefes aldırıyor. Daire Sanat’ta 4 Eylül’e kadar izleyebilirsiniz.
(23 Ağustos 2010 tarihli Birgün Gazetesi'nde yayınlanmıştır; yazının basımında başka bir sergiye dair araştırmamdan dolayı farklı sanatçıların isimleri yanlışlıkla basıldı, editörüm Ali Şimşek'e düzeltme yazısına dair talebimi ilettim F.A.)

17 Ağustos 2010 Salı

Kimlikler Lütfen!/IDs Please!



Cer Modern Fırat Arapoğlu küratörlüğündeki ‘KİMLİKLER LÜTFEN!’ sergisini Ankaralılarla buluşturuyor. 12 Ağustos-17 Eylül tarihleri arasında Fırat Arapoğlu küratörlüğündeki ‘KİMLİKLER LÜTFEN!’ sergisinde sanatçılar; Yeni Anıt, Nancy Atakan, Fatih Balcı, Ergin Çavuşoğlu - Konstantin Bojanov, Elif Çelebi, Orhan Cem Çetin, Didem Dayı, Kardelen Fincancı, Tina Fischer, Genco Gülan, İnsel İnal, Gaye Yazıcıtunç İnal, Şükran Moral, Ali İbrahim Öcal, Mehmet Öğüt, Hülya Özdemir, Arzu Parten, Öykü Potuoğlu, Çağri Saray, Rüçhan Şahinoğlu ‘kimlik’ kavramını değişik bir bakış açısıyla gözler önüne seriyorlar. Küratör Arapoğlu bu serginin konusu ile ilgili olarak ‘’Sanat kendisini kimlik tartışmalarından soyutlayamaz, ve ortaya bir kimlik sorunsalını koyabilmek için de öncelikle kimlikler ileri sürmesi gerekir. Ancak bunun arkasından öteki ile ilişkiye geçebilir’’ diyor. Serginin açılışı İnsel İnal’ın ‘Masaj/Mesaj’ performansı ile gerçekleşecek. Sergiye daha sonra Fırat ARAPOĞLU, Ulus BAKER ve Rahmi ÖĞDÜL’ün metinlerinin de yer alacağı katalog eşlik edecek. Sanatseverler bu sergiyi ücretsiz olarak gezebilecekler.
12 Ağustos 2010 Birgün

Cer Modern’de iki sergi birden

Ankaralı sanatseverler, 10 ve 12 Ağustos tarihlerinde iki yeni sergi ile buluşuyor. Cer Modern-de açılacak olan sergilerden ilkinin adı, ‘İnteractive’, ikincisinin adı ise ‘Kimlikler Lütfen!’

Cer Modern 10 Ağustos Salı günü Yılmaz Zenger küratörlügündeki Gülay Alpay ‘interactive’, 12 Ağustos Perşembe günü Fırat Arapoğlu küratörlüğündeki ‘Kimlikler Lütfen!’ sergilerini Ankaralılarla buluşturuyor.
Özel ışıklı odalar
10 Ağustos-15 Eylül tarihleri arasında Ankaralıların beğenisine sunulacak olan Gülay Alpay ‘interactive’ sergisinin en önemli özelliği ismi gibi interaktif bir sergi olması. Ankaralı sanatseverler ile birlikte Ankara Çocuk Üniversitesi’nin minik öğrencileri de Gülay Alpay ile bu özel ışıklı odaların ipek duvarlarını diledikleri gibi boyayıp sergiye aktif olarak katılabilecekler. Alpay’ın resimleri Yılmaz Zenger’in tasarımları ile birleşince şeffaf, ışıklı, sesli ve çok boyutlu bir sanat objesine dönüşerek Cer Modern’in muhteşem atmosferinde sergiye katılanları büyüleyecek. İnal’ın ‘Masaj/Mesaj’ isimli performansı 12 Ağustos-17 Eylül tarihleri arasında ise Fırat Arapoğlu küratörlüğündeki ‘Kimlikler Lütfen!’ sergisinde ise sanatçılar Yeni Anıt, Nancy Atakan, Öykü Potuoğlu, Fatih Balcı, Ergin Çavuşoğlu, Konstantin Bojanov, Elif Çelebi, Orhan Cem Çetin, Didem Dayı, Kardelen Fincancı, Tina Fischer, Genco Gülan, İnsel İnal, Gaye Yazıcıtunç İnal, Şükran Moral, Ali İbrahim Öcal, Mehmet Öğüt, Hülya Özdemir, Arzu Parten, Çağri Saray, Rüçhan Şahinoğlu ‘kimlik’ kavramını değişik bir bakış açısıyla gözler önüne seriyorlar. Küratör Arapoğlu bu serginin konusu ile ilgili olarak ‘’Sanat kendisini kimlik tartışmalarından soyutlayamaz, ve ortaya bir kimlik sorunsalını koyabilmek için de öncelikle kimlikler ileri sürmesi gerekir. Ancak bunun arkasından öteki ile ilişkiye geçebilir’’diyor.

Hürriyet Ankara 18 Ağustos 2010

Cer Modern iki yeni sergiye ev sahipliği yapıyor

Cer Modern, 10 Ağustos Salı günü Yılmaz Zenger küratörlügündeki Gülay Alpay 'İnteractive', 12 Ağustos Perşembe günü de Fırat Arapoğlu küratörlüğündeki 'Ben'ler, Sen'ler, O'nlar' sergilerini Ankaralılarla buluşturuyor.

ANKA

Ankara- Gülay Alpay 'interactive' sergisinin en önemli özelliği ismi gibi interaktif bir sergi olması. Ankaralı sanatseverler ile birlikte Ankara Çocuk Üniversitesi'nin minik öğrencileri de Gülay Alpay ile bu özel ışıklı odaların ipek duvarlarını diledikleri gibi boyayıp sergiye aktif olarak katılabilecekler.

Alpay'ın resimleri Yılmaz Zenger'in tasarımları ile birleşince şeffaf, ışıklı, sesli ve çok boyutlu bir sanat objesine dönüşerek Cer Modern'de izleyenlerini bekliyor olacak. Alpay'ın dış etkilere dayanıklı 'ipek' Resim Odasının şeffaflığı hem içinden hem de dışından görünürlüğüne olanak verirken, görmekle yetinmeyip içinde dolaşmak isteyenler için de masalsı bir dünyanın kapılarını açacak. Sergi 15 Eylül'e kadar görülebilecek.


Ben'ler, Sen'ler ve O'nlar

Fırat Arapoğlu küratörlüğündeki 'Ben'ler, Sen'ler, O'nlar' sergisinde ise sanatçılar Yeni Anıt, Nancy Atakan, Öykü Potuoğlu, Fatih Balcı, Ergin Çavuşoğlu, Konstantin Bojanov, Elif Çelebi, Orhan Cem Çetin, Didem Dayı, Kardelen Fincancı, Tina Fischer, Genco Gülan, İnsel İnal, Gaye Yazıcıtunç İnal, Şükran Moral, Ali İbrahim Öcal, Mehmet Öğüt, Hülya Özdemir, Arzu Parten, Çağri Saray, Rüçhan Şahinoğlu 'kimlik' kavramını değişik bir bakış açısıyla gözler önüne seriyorlar. Küratör Arapoğlu bu serginin konusu ile ilgili olarak ''Sanat kendisini kimlik tartışmalarından soyutlayamaz, ve ortaya bir kimlik sorunsalını koyabilmek için de öncelikle kimlikler ileri sürmesi gerekir. Ancak bunun arkasından öteki ile ilişkiye geçebilir''diyor. Serginin açılışı ise İnsel İnal'ın 'Masaj/Mesaj' performansı ile gerçekleşecek. "Ben'ler, Sen'ler ve O'nlar" 12 Ağustos'tan 17 Eylül'e kadar açık olacak. Sanatseverler bu sergileri ücretsiz olarak gezebilecekler.

(Cumhuriyet 18 Ağustos 2010 - Serginin adını son anda değiştirmiştim, ama basın bildirisi birkaç yere dağıtılmış olduğundan sergi bazı yerlerde eski adı ile geçti, demek bu da başa gelebiliyormuş!)

Cer Modern’de iki yeni sergi
CER Modern 10 Ağustos Salı günü Yılmaz Zenger küratörlügündeki Gülay Alpay ‘İnteractive’, 12 Ağustos Perşembe günü de Fırat Arapoğlu ...
CER Modern 10 Ağustos Salı günü Yılmaz Zenger küratörlügündeki Gülay Alpay ‘İnteractive’, 12 Ağustos Perşembe günü de Fırat Arapoğlu küratörlüğündeki ‘Ben’ler, Sen’ler, O’nlar’ sergilerini Ankaralılarla buluşturuyor.
Gülay Alpay ‘interactive’ sergisinin en önemli özelliği ismi gibi interaktif bir sergi olması. Ankaralı sanatseverler ile birlikte Ankara Çocuk Üniversitesi’nin minik öğrencileri de Gülay Alpay ile bu özel ışıklı odaların ipek duvarlarını diledikleri gibi boyayıp sergiye aktif olarak katılabilecekler.
Alpay’ın resimleri Yılmaz Zenger’in tasarımları ile birleşince şeffaf, ışıklı, sesli ve çok boyutlu bir sanat objesine dönüşerek Cer Modern’de izleyenlerini bekliyor olacak. Alpay’ın dış etkilere dayanıklı ‘ipek’ Resim Odasının şeffaflığı hem içinden hem de dışından görünürlüğüne olanak verirken, görmekle yetinmeyip içinde dolaşmak isteyenler için de masalsı bir dünyanın kapılarını açacak. Sergi 15 Eylül’e kadar görülebilecek.
Fırat Arapoğlu küratörlüğündeki ‘Ben’ler, Sen’ler, O’nlar’ sergisinde ise sanatçılar Yeni Anıt, Nancy Atakan, Öykü Potuoğlu, Fatih Balcı, Ergin Çavuşoğlu, Konstantin Bojanov, Elif Çelebi, Orhan Cem Çetin, Didem Dayı, Kardelen Fincancı, Tina Fischer, Genco Gülan, İnsel İnal, Gaye Yazıcıtunç İnal, Şükran Moral, Ali İbrahim Öcal, Mehmet Öğüt, Hülya Özdemir, Arzu Parten, Çağri Saray, Rüçhan Şahinoğlu ‘kimlik’ kavramını değişik bir bakış açısıyla gözler önüne seriyorlar. Küratör Arapoğlu bu serginin konusu ile ilgili olarak ‘’Sanat kendisini kimlik tartışmalarından soyutlayamaz, ve ortaya bir kimlik sorunsalını koyabilmek için de öncelikle kimlikler ileri sürmesi gerekir. Ancak bunun arkasından öteki ile ilişkiye geçebilir’’diyor. Serginin açılışı ise İnsel İnal’ın ‘Masaj/Mesaj’ performansı ile gerçekleşecek. “Ben’ler, Sen’ler ve O’nlar” 12 Ağustos’tan 17 Eylül’e kadar açık olacak. Sanatseverler bu sergileri ücretsiz olarak gezebilecekler. ANKARA

(5 Ağustos 2010 Evrensel)


8 Ağustos 2010 Pazar


KİMLİKLER LÜTFEN!/IDs PLEASE!

12 Ağustos - 17 Eylül 2010 – CER MODERN, Açılış: 19:00

http://www.cermodern.org/

Küratör/Curator: Fırat Arapoğlu

Yeni Anıt
Nancy Atakan
Öykü Potuoğlu
Fatih Balcı
Ergin Çavuşoğlu – Konstantin Bojanov
Elif Çelebi
Orhan Cem Çetin
Didem Dayı
Kardelen Fincancı
Tina Fischer
Genco Gülan
İnsel İnal
Gaye Yazıcıtunç İnal
Şükran Moral
Ali İbrahim Öcal
Mehmet Öğüt
Hülya Özdemir
Arzu Parten
Çağrı Saray
Rüçhan Şahinoğlu

Açılış: 12 Ağustos

Açılış Performansı: İnsel İnal, Masaj/Mesaj


KİMLİKLER LÜTFEN!

Oysa yeni, zor düşünme biçiminin bir işareti olabilir.
Susan Sontag

Kimlik sözcüğü, kim ya da ne olunduğunu tanımlayan, bu kim olmanın sınırlarını çizen ya da onu belirleyen bir işlev görmektedir. Bu aynı zamanda, bir yakınlığı veya ilişkiselliği de gösterirken; farklılık kavramı ise, farklı olma durumunu, aynı olmamayı tanımlıyor ve başkalık, ayrımlılık anlamlarını içeriyor.

Üst-söylemler sanatın sınıf çelişkileri, kadın, gay/lezbiyen, göçmen, etnik köken gibi marjinal kimlikler konularını içermeyeceğini öne sürmekteydi/sürmektedir. Halbuki, sınıf çelişkilerinden kaçınılamaz. Aksine, bu noktada egemen bir ideoloji ve tek-söylemlilik yerine, çoğulculuğa ve demokrasiye dayalı tartışmacı bir sanat ve sanat tarihinin gerekliliğini göstermek ve 1990’lardan bu yana artan bir ivmeyle devam eden, Çağdaş Türkiye Sanatı içerisindeki “soykütük” ve “demokrasi” tartışmalarını geliştirmek gerekiyor.

Sanat kendisini kimlik tartışmalarından soyutlayamaz ve ortaya bir kimlik sorunsalını koyabilmek için de, öncelikle “kimlikler” ileri sürmesi lazım. Ancak bunun arkasından “öteki” ile ilişkiye geçebilecektir.

Fırat ARAPOĞLU


ID’S PLEASE!

But the new can be the sign of difficult thinking.
Susan Sontag

The term “identity” has a function of describing who you are or what you are, and of defining the boundaries of or determining who you are. While it shows at the same time closeness or relationality, the concept of difference describes the state of being different and of being not the same and includes the connotations of dissimilarity, differentiation.

Over-discourses have argued and still they do, that art does not include marginal identity issues such as the contradictions of class, femininity, gayness/lesbianship, migration, ethnic origin. However it is not possible to avoid contradictions of the class. Rather it is necessary to show the necessity to have a disputant art and history of art based upon pluralism and democracy should become argued instead of a hegemonic ideology and uniform discursivity, and also necessary to feed the discussions of “genealogy” and “democracy” accelerated from 1990s onwards within the Contemporary Turkish Art.

It is true that art can not isolate itself from the discussions of identity and that it should assert “identities” first in order to postulate an identity problematic. Only henceforth it can relate with the “Other”.

Fırat ARAPOĞLU