27 Ağustos 2010 Cuma

Kimlikler Lütfen!


Kimlik ve farklılıklar üzerine odaklanan bir sergi

GAZETE HABERTÜRK / HÜLYA KÜPÇÜOĞLU
Ankara’da Cer Modern’de süren ve farklı kuşaklardan yaklaşık 20 sanatçının katıldığı “Kimlikler Lütfen!” sergisi, kimlik ve farklılıklar üzerine odaklanıyor. 17 Eylül’e kadar izlenebilecek olan serginin küratörü Fırat Arapoğlu sorularımızı yanıtladı.

■ 'Kimlikler Lütfen!' derken bireyselliği de çağrıştırıyor diyebilir miyiz?

Elbette, tekil düşüncenin var olmadığı bir çoğulluk. Zaten, bu serginin tam da karşısında olduğu bir olgu. Sergi, arzuladığım ve sanatçılarla kesiştiğimiz ölçüde farkılaşmaların, farklılıklar noktasındaki aynılıklarımızı ortaya koyduğunun bir göstergesi. Söz gelimi sergide, farklı coğrafyalardan 21 sanatçı var; Londra’dan Ergin Çavuşoğlu, New York’tan Konstantin Bojanov, İtalya’dan Şükran Moral işleri ile bunu temsil ediyorlar.


Öte yanda sanatçı-seyirci ilişkisine dair performans gerçekleştiren İnsel İnal, 'El Taş El Taş' çalışması ile kamuoyunda taş atan çocuklar olarak bilinen konuya gönderme yapıyor. Ekolojik kimlik vurgusuyla Genco Gülan ve bireysellikten yola çıkarak serginin kavramsal çerçevesine, görsel zenginliğine destek veren Orhan Cem Çetin de farklı konularda kimlik konusuna ışık tutuyorlar.

■ Sergi adından yola çıkarak politik bir söylemi de içeri aldığınızı söyleyebilir miyiz?

Sanatın politikayı içerdiğini hatırlatmama gerek yok sanırım. Tam tersi olası değildir ya da o zaman adına sanat değil, propaganda denilir. Modern sanat ve günümüzün piyasa odaklı yapıları, sanatın sermaye, sınıf çelişkileri, kadın, gay/lezbiyen kimlikleri, göçmen kimliği gibi konuları içermeyeceğini öne sürmüştü ve sürüyor. Ama bu, günbegün alaşağı edilen bir önerme. Güncelliği ile beraber geçmişe de vurgu yapan bir yapısı var serginin.

■ Marcuse’ün belirttiği "iktidarın karşısında olan" sanatçı modelini öneriyorsunuz. Türk resim sanatına bakarsak nasıl bir sanatçı kimliği görüyorsunuz?

Sanatçının malzemesi ne olursa olsun düşüncesini en iyi biçimde ifade eden kişi olduğuna inananlardanım. Türkiye sanatı haddinden fazla uzunca bir süre "romantik, naif" sanat dönemini yaşadı. Kısa bir dönem konstrüktivist etkilenimleri de eklemeliyim. Bu dönemin ardından, sanatın ve sanat tarihinin sorunları ile yüz yüze geldi. Akademi, monolitik kimlikler inşa etmeye çalıştı sürekli, hatta buna hâlâ devam ediyor. Farklılaşanları hemen bölücü, çılgın olarak yaftalıyorlar. Disiplinsizlikleri aslında başarılı oldukları konu.


Sanatçı, Türkiye’de üç başlık altında incelenebilir. Birincisi, herhangi bir ideolojiye angaje olmayan oportünistler. İkincisi Marksizm, etnik kimlik gibi birçok kimlik ve farklılık konusundan birazını yapmaya çalışan ama hiçbirinde başarılı olmayanlar. Üçüncüsü, tam olarak 'iktidarın karşısında olanlar'. Bu üçüncü gruptakiler toplumdaki etik rollerinin bilincinde olarak üretiyorlar ve geleceğin sanat tarihinde onlar yer alacak.


(Hülya Küpçüoğlu ile gerçekleştirdiğimiz röportaj 27 Ağustos 2010 tarihli Habertürk Gazetesi'nde yer almıştır.)

23 Ağustos 2010 Pazartesi

VALLA, ‘YEMİN EDEBİLİRDİM!’


VALLA, ‘YEMİN EDEBİLİRDİM!’
FOUCAULT’NUN, BAUDRİLLARD’İN RUHU BU SERGİDE GEZİNİYOR!
Valla, ‘Yemin Edebilirdim!’
FIRAT ARAPOĞLU

Şimdinin, yaşanılan anın yansıdığı, ilk etapta geçmişin ve geleceğin olmadığı, aktüel bir görüntü Daire Sanat’ın odalarından birisindeki duvar yansıtılmış. Webcam ve diğer basit malzemelerin bir araya getirildiği akvaryumda teknolojinin kullanımı, karmaşık multimedyatik şovların aksi bir istikamette, oldukça başarılı. Tabii kişinin kendi görüntüsünü deneyimlemesi Bill Viola, Bruce Nauman dahil sanat tarihinde birçok kez rastlanılan bir durum, ama bu sefer farklı bir noktada.
Daire Sanat’ta 10 Ağustos’ta açılışı yapılan ve Yeni Zelandalı beş genç sanatçıyı bir araya getiren ‘Yemin Edebilirdim’ sergisinin basın sunumundaki coğrafi olarak ‘izole bir konumda’ bulunduğu tespiti dikkatimi çekmişti ve bunu bir problem olarak görmüştüm. Avrupa’ya olan uzaklık ya da bir ‘ada kültürü’ olması üzerinden böyle bir okuma, ‘Batı Sanatı’ kavramının alaşağı edildi bir süreçte, hiç de gerekli bir his olarak gelmiyor bana. 2009 verilerine göre dünyanın en güvenlikli bölgelerden birisi olan Yeni Zelanda’da sanatçı kendini izole edilmiş hissederse, sözcüğün tam anlamı ile Gazze’li sanatçı nasıl hissetmeli kendisini? Neyse, Lindsberg’in prostetik hafıza teorisi ve tıptaki ‘hayalet organ sendromu’ ve bunun medya ile olan ilişkisini sorgulayan sergiye daha yakından bakalım.
HİPERGERÇEKLİK – SİMÜLASYON
Baudrillard ‘Simulakrlar ve Simulasyon’ isimli eserinde şöyle söylüyor: “Hipergerçeklik ve simülasyon, insanı her türlü ilke ve amaçtan caydırabildiği gibi, bu caydırma yeteneğini uzun süre kendisinden yararlanmış olan iktidara karşı da kullanabilmektedir”. Galerinin girişindeki Conor Clarke’ın üç çalışmasında, bu teorinin izdüşümleri gözlemlenebiliyor.
“Rummelsburger See Etrafındaki İstasyonları Gözlemek” isimli seride, Berlin’in eski endüstri bölgesi Stralau Peninsula’yı turist bakışı ile gözlemleyen Clarke, pitoresk bir manzara formunda, endüstrinin doğayı dönüştürümünü iktidar ve kapitalist üretim biçimine karşı kullanıyor. Bu fotoğrafların karşısında yer alan Trenton Garrat’ın interaktif işi ‘Kovma/Kabul’, ‘out of’ (dışında/..mış) kalıbının biteviye devam ettiği radyo yayının altında yer alan, kontrol dışı, gözden çıkmış vb. sözcüklerin yer aldığı bir metin ve ses arası bir ‘sessel/görsel şiir’ uygulamasını, görsel sanatlar içerisine bir enstalasyonla dahil ediyor. Fluxus sanatçılarından Emmett Williams ve Daniel Spoerri’nin ‘somut şiir’ olarak adlandırılan şiirsel deneyimlerini de içeren çalışma, prostetik hafıza teorisine referans veriyor.
GÖRDÜĞÜN GİBİ DEĞİL!
Serginin vurucu işlerinin başında Mark Henley’nin ‘Buzdağı Teorisi’ işi geliyor. Sanatçı, Galata’da açılan ‘Belirsizlikleri Göğüsleyebilme Becerisi’ sergisindeki ‘Bütünlük: Yapısal ve Aksi Halde’ çalışmasında alelade bir nesnenin farklı parçalarından, ayna yardımı ile bir yanılsama efekti yaratmıştı. Buradaki işi ise, gerçek zamanlı (real-time) olarak izleyicinin görüntüsünü anında tespit edip, yansıtan bir webcam ve webcam’in yer aldığı bir akvaryumdan oluşuyor. Bu gerçek zamanlı yansıtma, izleyicinin görüntüsünü duvarda görebilme manevralarında bir transformasyonu yansıtıyor. Bu katalogdaki yazıda, ‘taşıt tutması’ olgusu ile açıklanmış. Henley’in yarattığı etki, Nikos Navridis’in ilk olarak Rosa Martinez küratörlüğünde 51. Venedik Bienali’nde sergilenen ve 2006’da da İstanbul Modern ‘Venedik-İstanbul’ sergisinde kurulan ‘Breath (On Beckett)’ çalışmasının yarattığı olgu-zaman arasındaki farklı ilişkiselliği andırıyor. Buradaki gerçek zamanlı görüntü algı sorununu yansıtırken, Navridis’in işi de sadece 30 saniyelik bir çekimin loop’lanmasıydı. Serginin sunumundaki imge olarak da kullanılan ‘Ayak Uydurmak’ çalışması ise, aynı kavramlara antropomorfik bir gönderme yaratırken –kürek, el ilişkisindeki protez konumu–, Stelarc’ın protezlerini de akla getiriyor.
BEDEN PARÇALARI VE SUÇ BENDE!
Veronica Manchego’nun görselliğinin kalitesi ile dikkat çeken ‘Mağaralar’ videosu, hayvan ve insan bedenlerinin parçalarından oluşuyor. Daire Sanat’ın genellikle videolarının sergilendiği odadaki çalışma, parça-bütün ilişkisini kavramsallaştırma açısından önemli. Ne var ki, Henley, Clarke gibi isimlerin çalışmalarının yanında çok daha naif kalıyor. Cam O’Connell’ın kolektif ve komünal hafızayı sorguladığı ‘Mea Culpa’ serisi, medyatik ama popüler olmayan topluluk imgelerinin yansıtıldığı ama bunun Kartezyen bir grafikle sunulduğu desenlerle sonuçlanıyor.
Prostetik Hafıza, Hayalet Uzuv Sendromu ve bunun medyadaki kullanımı. Kültürel teknoloji ve dolayısıyla sanat da bunu kullandığında yine bir ‘kurgu’ üzerinden hareket edilmiyor mu? Bu da aslında sanatın ‘manipülasyon’ araçlarından biri olabilme, bu şekilde kullanılabilme olasılığını göstermez mi? Öte yandan, elbette ki prostetik hafıza tarihin derinliklerine atılmak istenen, unutturulmak istenen trajedileri görünür kılma yolunda da kullanılacak. Tabii o zaman da şu soru karşımıza çıkacaktır, kimin acısı daha büyük? Ve buna kim karar verecek? Yemin Edebilirdim sergisi bu ve bunun gibi sorgulamaları içererek, sezonun daha henüz tam açılmadığı bir süreçte az, ama etkili bir nefes aldırıyor. Daire Sanat’ta 4 Eylül’e kadar izleyebilirsiniz.
(23 Ağustos 2010 tarihli Birgün Gazetesi'nde yayınlanmıştır; yazının basımında başka bir sergiye dair araştırmamdan dolayı farklı sanatçıların isimleri yanlışlıkla basıldı, editörüm Ali Şimşek'e düzeltme yazısına dair talebimi ilettim F.A.)

17 Ağustos 2010 Salı

Kimlikler Lütfen!/IDs Please!



Cer Modern Fırat Arapoğlu küratörlüğündeki ‘KİMLİKLER LÜTFEN!’ sergisini Ankaralılarla buluşturuyor. 12 Ağustos-17 Eylül tarihleri arasında Fırat Arapoğlu küratörlüğündeki ‘KİMLİKLER LÜTFEN!’ sergisinde sanatçılar; Yeni Anıt, Nancy Atakan, Fatih Balcı, Ergin Çavuşoğlu - Konstantin Bojanov, Elif Çelebi, Orhan Cem Çetin, Didem Dayı, Kardelen Fincancı, Tina Fischer, Genco Gülan, İnsel İnal, Gaye Yazıcıtunç İnal, Şükran Moral, Ali İbrahim Öcal, Mehmet Öğüt, Hülya Özdemir, Arzu Parten, Öykü Potuoğlu, Çağri Saray, Rüçhan Şahinoğlu ‘kimlik’ kavramını değişik bir bakış açısıyla gözler önüne seriyorlar. Küratör Arapoğlu bu serginin konusu ile ilgili olarak ‘’Sanat kendisini kimlik tartışmalarından soyutlayamaz, ve ortaya bir kimlik sorunsalını koyabilmek için de öncelikle kimlikler ileri sürmesi gerekir. Ancak bunun arkasından öteki ile ilişkiye geçebilir’’ diyor. Serginin açılışı İnsel İnal’ın ‘Masaj/Mesaj’ performansı ile gerçekleşecek. Sergiye daha sonra Fırat ARAPOĞLU, Ulus BAKER ve Rahmi ÖĞDÜL’ün metinlerinin de yer alacağı katalog eşlik edecek. Sanatseverler bu sergiyi ücretsiz olarak gezebilecekler.
12 Ağustos 2010 Birgün

Cer Modern’de iki sergi birden

Ankaralı sanatseverler, 10 ve 12 Ağustos tarihlerinde iki yeni sergi ile buluşuyor. Cer Modern-de açılacak olan sergilerden ilkinin adı, ‘İnteractive’, ikincisinin adı ise ‘Kimlikler Lütfen!’

Cer Modern 10 Ağustos Salı günü Yılmaz Zenger küratörlügündeki Gülay Alpay ‘interactive’, 12 Ağustos Perşembe günü Fırat Arapoğlu küratörlüğündeki ‘Kimlikler Lütfen!’ sergilerini Ankaralılarla buluşturuyor.
Özel ışıklı odalar
10 Ağustos-15 Eylül tarihleri arasında Ankaralıların beğenisine sunulacak olan Gülay Alpay ‘interactive’ sergisinin en önemli özelliği ismi gibi interaktif bir sergi olması. Ankaralı sanatseverler ile birlikte Ankara Çocuk Üniversitesi’nin minik öğrencileri de Gülay Alpay ile bu özel ışıklı odaların ipek duvarlarını diledikleri gibi boyayıp sergiye aktif olarak katılabilecekler. Alpay’ın resimleri Yılmaz Zenger’in tasarımları ile birleşince şeffaf, ışıklı, sesli ve çok boyutlu bir sanat objesine dönüşerek Cer Modern’in muhteşem atmosferinde sergiye katılanları büyüleyecek. İnal’ın ‘Masaj/Mesaj’ isimli performansı 12 Ağustos-17 Eylül tarihleri arasında ise Fırat Arapoğlu küratörlüğündeki ‘Kimlikler Lütfen!’ sergisinde ise sanatçılar Yeni Anıt, Nancy Atakan, Öykü Potuoğlu, Fatih Balcı, Ergin Çavuşoğlu, Konstantin Bojanov, Elif Çelebi, Orhan Cem Çetin, Didem Dayı, Kardelen Fincancı, Tina Fischer, Genco Gülan, İnsel İnal, Gaye Yazıcıtunç İnal, Şükran Moral, Ali İbrahim Öcal, Mehmet Öğüt, Hülya Özdemir, Arzu Parten, Çağri Saray, Rüçhan Şahinoğlu ‘kimlik’ kavramını değişik bir bakış açısıyla gözler önüne seriyorlar. Küratör Arapoğlu bu serginin konusu ile ilgili olarak ‘’Sanat kendisini kimlik tartışmalarından soyutlayamaz, ve ortaya bir kimlik sorunsalını koyabilmek için de öncelikle kimlikler ileri sürmesi gerekir. Ancak bunun arkasından öteki ile ilişkiye geçebilir’’diyor.

Hürriyet Ankara 18 Ağustos 2010

Cer Modern iki yeni sergiye ev sahipliği yapıyor

Cer Modern, 10 Ağustos Salı günü Yılmaz Zenger küratörlügündeki Gülay Alpay 'İnteractive', 12 Ağustos Perşembe günü de Fırat Arapoğlu küratörlüğündeki 'Ben'ler, Sen'ler, O'nlar' sergilerini Ankaralılarla buluşturuyor.

ANKA

Ankara- Gülay Alpay 'interactive' sergisinin en önemli özelliği ismi gibi interaktif bir sergi olması. Ankaralı sanatseverler ile birlikte Ankara Çocuk Üniversitesi'nin minik öğrencileri de Gülay Alpay ile bu özel ışıklı odaların ipek duvarlarını diledikleri gibi boyayıp sergiye aktif olarak katılabilecekler.

Alpay'ın resimleri Yılmaz Zenger'in tasarımları ile birleşince şeffaf, ışıklı, sesli ve çok boyutlu bir sanat objesine dönüşerek Cer Modern'de izleyenlerini bekliyor olacak. Alpay'ın dış etkilere dayanıklı 'ipek' Resim Odasının şeffaflığı hem içinden hem de dışından görünürlüğüne olanak verirken, görmekle yetinmeyip içinde dolaşmak isteyenler için de masalsı bir dünyanın kapılarını açacak. Sergi 15 Eylül'e kadar görülebilecek.


Ben'ler, Sen'ler ve O'nlar

Fırat Arapoğlu küratörlüğündeki 'Ben'ler, Sen'ler, O'nlar' sergisinde ise sanatçılar Yeni Anıt, Nancy Atakan, Öykü Potuoğlu, Fatih Balcı, Ergin Çavuşoğlu, Konstantin Bojanov, Elif Çelebi, Orhan Cem Çetin, Didem Dayı, Kardelen Fincancı, Tina Fischer, Genco Gülan, İnsel İnal, Gaye Yazıcıtunç İnal, Şükran Moral, Ali İbrahim Öcal, Mehmet Öğüt, Hülya Özdemir, Arzu Parten, Çağri Saray, Rüçhan Şahinoğlu 'kimlik' kavramını değişik bir bakış açısıyla gözler önüne seriyorlar. Küratör Arapoğlu bu serginin konusu ile ilgili olarak ''Sanat kendisini kimlik tartışmalarından soyutlayamaz, ve ortaya bir kimlik sorunsalını koyabilmek için de öncelikle kimlikler ileri sürmesi gerekir. Ancak bunun arkasından öteki ile ilişkiye geçebilir''diyor. Serginin açılışı ise İnsel İnal'ın 'Masaj/Mesaj' performansı ile gerçekleşecek. "Ben'ler, Sen'ler ve O'nlar" 12 Ağustos'tan 17 Eylül'e kadar açık olacak. Sanatseverler bu sergileri ücretsiz olarak gezebilecekler.

(Cumhuriyet 18 Ağustos 2010 - Serginin adını son anda değiştirmiştim, ama basın bildirisi birkaç yere dağıtılmış olduğundan sergi bazı yerlerde eski adı ile geçti, demek bu da başa gelebiliyormuş!)

Cer Modern’de iki yeni sergi
CER Modern 10 Ağustos Salı günü Yılmaz Zenger küratörlügündeki Gülay Alpay ‘İnteractive’, 12 Ağustos Perşembe günü de Fırat Arapoğlu ...
CER Modern 10 Ağustos Salı günü Yılmaz Zenger küratörlügündeki Gülay Alpay ‘İnteractive’, 12 Ağustos Perşembe günü de Fırat Arapoğlu küratörlüğündeki ‘Ben’ler, Sen’ler, O’nlar’ sergilerini Ankaralılarla buluşturuyor.
Gülay Alpay ‘interactive’ sergisinin en önemli özelliği ismi gibi interaktif bir sergi olması. Ankaralı sanatseverler ile birlikte Ankara Çocuk Üniversitesi’nin minik öğrencileri de Gülay Alpay ile bu özel ışıklı odaların ipek duvarlarını diledikleri gibi boyayıp sergiye aktif olarak katılabilecekler.
Alpay’ın resimleri Yılmaz Zenger’in tasarımları ile birleşince şeffaf, ışıklı, sesli ve çok boyutlu bir sanat objesine dönüşerek Cer Modern’de izleyenlerini bekliyor olacak. Alpay’ın dış etkilere dayanıklı ‘ipek’ Resim Odasının şeffaflığı hem içinden hem de dışından görünürlüğüne olanak verirken, görmekle yetinmeyip içinde dolaşmak isteyenler için de masalsı bir dünyanın kapılarını açacak. Sergi 15 Eylül’e kadar görülebilecek.
Fırat Arapoğlu küratörlüğündeki ‘Ben’ler, Sen’ler, O’nlar’ sergisinde ise sanatçılar Yeni Anıt, Nancy Atakan, Öykü Potuoğlu, Fatih Balcı, Ergin Çavuşoğlu, Konstantin Bojanov, Elif Çelebi, Orhan Cem Çetin, Didem Dayı, Kardelen Fincancı, Tina Fischer, Genco Gülan, İnsel İnal, Gaye Yazıcıtunç İnal, Şükran Moral, Ali İbrahim Öcal, Mehmet Öğüt, Hülya Özdemir, Arzu Parten, Çağri Saray, Rüçhan Şahinoğlu ‘kimlik’ kavramını değişik bir bakış açısıyla gözler önüne seriyorlar. Küratör Arapoğlu bu serginin konusu ile ilgili olarak ‘’Sanat kendisini kimlik tartışmalarından soyutlayamaz, ve ortaya bir kimlik sorunsalını koyabilmek için de öncelikle kimlikler ileri sürmesi gerekir. Ancak bunun arkasından öteki ile ilişkiye geçebilir’’diyor. Serginin açılışı ise İnsel İnal’ın ‘Masaj/Mesaj’ performansı ile gerçekleşecek. “Ben’ler, Sen’ler ve O’nlar” 12 Ağustos’tan 17 Eylül’e kadar açık olacak. Sanatseverler bu sergileri ücretsiz olarak gezebilecekler. ANKARA

(5 Ağustos 2010 Evrensel)


8 Ağustos 2010 Pazar


KİMLİKLER LÜTFEN!/IDs PLEASE!

12 Ağustos - 17 Eylül 2010 – CER MODERN, Açılış: 19:00

http://www.cermodern.org/

Küratör/Curator: Fırat Arapoğlu

Yeni Anıt
Nancy Atakan
Öykü Potuoğlu
Fatih Balcı
Ergin Çavuşoğlu – Konstantin Bojanov
Elif Çelebi
Orhan Cem Çetin
Didem Dayı
Kardelen Fincancı
Tina Fischer
Genco Gülan
İnsel İnal
Gaye Yazıcıtunç İnal
Şükran Moral
Ali İbrahim Öcal
Mehmet Öğüt
Hülya Özdemir
Arzu Parten
Çağrı Saray
Rüçhan Şahinoğlu

Açılış: 12 Ağustos

Açılış Performansı: İnsel İnal, Masaj/Mesaj


KİMLİKLER LÜTFEN!

Oysa yeni, zor düşünme biçiminin bir işareti olabilir.
Susan Sontag

Kimlik sözcüğü, kim ya da ne olunduğunu tanımlayan, bu kim olmanın sınırlarını çizen ya da onu belirleyen bir işlev görmektedir. Bu aynı zamanda, bir yakınlığı veya ilişkiselliği de gösterirken; farklılık kavramı ise, farklı olma durumunu, aynı olmamayı tanımlıyor ve başkalık, ayrımlılık anlamlarını içeriyor.

Üst-söylemler sanatın sınıf çelişkileri, kadın, gay/lezbiyen, göçmen, etnik köken gibi marjinal kimlikler konularını içermeyeceğini öne sürmekteydi/sürmektedir. Halbuki, sınıf çelişkilerinden kaçınılamaz. Aksine, bu noktada egemen bir ideoloji ve tek-söylemlilik yerine, çoğulculuğa ve demokrasiye dayalı tartışmacı bir sanat ve sanat tarihinin gerekliliğini göstermek ve 1990’lardan bu yana artan bir ivmeyle devam eden, Çağdaş Türkiye Sanatı içerisindeki “soykütük” ve “demokrasi” tartışmalarını geliştirmek gerekiyor.

Sanat kendisini kimlik tartışmalarından soyutlayamaz ve ortaya bir kimlik sorunsalını koyabilmek için de, öncelikle “kimlikler” ileri sürmesi lazım. Ancak bunun arkasından “öteki” ile ilişkiye geçebilecektir.

Fırat ARAPOĞLU


ID’S PLEASE!

But the new can be the sign of difficult thinking.
Susan Sontag

The term “identity” has a function of describing who you are or what you are, and of defining the boundaries of or determining who you are. While it shows at the same time closeness or relationality, the concept of difference describes the state of being different and of being not the same and includes the connotations of dissimilarity, differentiation.

Over-discourses have argued and still they do, that art does not include marginal identity issues such as the contradictions of class, femininity, gayness/lesbianship, migration, ethnic origin. However it is not possible to avoid contradictions of the class. Rather it is necessary to show the necessity to have a disputant art and history of art based upon pluralism and democracy should become argued instead of a hegemonic ideology and uniform discursivity, and also necessary to feed the discussions of “genealogy” and “democracy” accelerated from 1990s onwards within the Contemporary Turkish Art.

It is true that art can not isolate itself from the discussions of identity and that it should assert “identities” first in order to postulate an identity problematic. Only henceforth it can relate with the “Other”.

Fırat ARAPOĞLU




24 Temmuz 2010 Cumartesi

KRİZ SANATA NASIL YANSIYOR?


KRİZ SANATA NASIL YANSIYOR?
FIRAT ARAPOĞLU
İstanbul AKB 2010 kapsamında Sanat Limanı’nda, Sofia Sanat Galerisi şef küratörü Maria Vassileva, sanatçı Luchezar Boyadjiev ve küratör Iara Boubnova’nın eş-küratörlüğünü üstlendikleri ‘Kredi Ötesi’ sergisi, Antrepo 5’te ‘Küçük Kara Balığı’, ‘İstanbul Otherwise’ ve ‘Uluorta’ sergileri ile birlikte açılışını yapmıştı. Bazı ülkeleri “teğet geçse” de, küresel ölçekte hissedilen 2008 ekonomik krizi sonrası, bu krizin kültürel etkilerini ve geleceğe dair olası yansımalarını sorgulayan sergide küratörler, bu bağlam içerisinde çeşitli ülkelerden, farklı yaş ve statülerden 20 sanatçıyı bir araya getiriyorlar.
‘MEVSİMLİK İŞÇİ’ OLARAK SANATÇI
Sergi sizi Stefan Nikolaev’in ‘Cry Me a River’ çalışması ile karşılıyor. Bakır – altın kaplama malzemeden duvara gömülmüş olan banka ATM’si, izleyiciye Arthur Hamilton’ın aynı addaki dizelerini anımsatıyor.
Hemen bu çalışmanın arkasındaki alanda, serginin diğer vurucu işlerinden birisi olan Luchezar Boyadjiev’in ‘GastARTbeiter’ çalışması görülebiliyor. 1990’lardan 2000’e kadar ‘Batı’nın Doğu Avrupalı bir sanatçı olarak kendisi için harcadığı masrafların kalemlerini tutan Boyadjiev, ulaşım biletleri, otel masrafları, harcırahlar, ödüller, rezidanslar, kataloglar ve prodüksiyon maliyetlerini gözler önüne seriyor. Ortadaki toplam rakam ise 130 bin, hatta 150 bin dolar civarında. Böylece ‘sözde’ batının, doğu Avrupa kökenli bir sanatçıya yapmış olduğu 10 yıllık bir yatırımın muhasebe hesaplarına şahit olabilirsiniz. 4. İstanbul Bienali ve 6. İstanbul Bienali’nden de hatırlanılacağı üzere Boyadjiev, toplumsal yapıdaki birçok çelişkili durumu sorgulayan ve göstergebilimsel analizler geliştiren bir sanatçı. Sözünü estetik bulutun arkasına çok da gizlemeyen, dili açık, sözünü esirgemeyen işleri ile sanatseverleri şaşırtmaya devam ediyor Boyadjiev. Çalışmanın adının, Almanya’ya göçmen olarak çalışmaya gelenler için kullanılan ‘gastarbaiter’dan türemesi de gereken kavramsal içeriği, ironik bir şekilde kapsayabiliyor.
KOMÜNİZM ASLA OLMADI Kİ!
Antrepo’nun girişinden itibaren aksındaki duvarda karşılaşılan Cipran Muresan’ın ‘Communism Never Happened’ (Komünizm Asla Olmadı) çalışması, içerisinde zaman ve tarih arasındaki anakronik sorunları işaret etmesi açısından önemli bir iş. Bugün gelinen noktada, krallıklar, komünizm ve liberalizm arasındaki süreçselliklerde kendisini arayan ve temsil eden/edilen Doğu Avrupa’yı, Winston Churchill “Tüketebileceğinden çok daha fazla tarih üretmiş” olarak imlemişti. Bu yönetimsel tutumlar bir yana, çalışma Doğu Avrupa coğrafyasının taşıdığı paradoksları görünür kılarken, 11. Bienal’deki bazı karamsar ya da kötü mizahi tutumdaki çalışmaların aksine, belki de tekrar bir araya gelebilmenin yollarını, post-komünist bir sürecin yaşanma olasılığına bırakıyor.
Martha Rosler’ın işlerinin mirasını taşır bir biçimde sergide yer alan sanatçılardan Cristina Lucas da, işlerine aşina olduğumuz sanatçılardan. Küratörlüğünü Hou Hanru’nun yaptığı 10. Uluslararası İstanbul Bienali’nde “Pantone” adlı çalışması ile Entre – Polis’te (Antrepo 3) yer alan alan sanatçı, burada İÖ 500’den 2007’ye siyasi haritaların değişimini gösteren bir animasyon sergilemişti. Bu sergideki “Ekonomik Popüler Avrupa” çalışmasında, bozuk paralara yerel dillerde verilen isimlerle dünyasal ölçekte paranın durumlarını gösteriyor. Böylece yerel bilgiye dair estetik bir kodun, ekonomik yansıması görülebiliyor. Deneyimli isimlerden, 2005’te hayata veda eden ünlü küratör Harald Szeeman’ın eşi olan Ingeborg Lüscher ise, ‘Füzyon’ adlı, 42. Venedik Bienali’nde de gösterilen ve futbolun “endüstriyel futbol” kavramının kıskacı altındaki yapısını yansıtan bir çalışma ile sergide yer alıyor.
ERİYEN PARA
Bir ülkenin parası esas alınarak –bu elbette ABD doları ya da avro oluyor– diğer iki ülkenin parası, bu esas alınan ülkenin parası ile değerlendirilir. Parite olarak adlandırılan bu olgu, çapraz kur listeleri ile hazırlanır. Boyadjiev’in ‘GastARTbeiter’ işine referans verir biçimde, ona yakın konumlandırılan Nedko Solakov’un ‘Bahis’ çalışması, paranın değişim değeri olarak kapitalist aracılar arasında nasıl yok olduğunu gösteriyor. 28 Ocak 2002 tarihinde Danimarka’nın Herning şehrinde 1000 Danimarka kronu –Danimarka avroya geçmeyi reddetmektedir– ABD dolarına çevrilir, sonra yine Danimarka kronuna, sonra yine ABD dolarına ya da avroya. Bu şekilde birbirlerine çevrilerek devam eden süreç, en sonunda para bozulamayacak kadar eriyene kadar devam eder. Paranın totalini, bu dönüştürümler esnasında komisyonlar ve satın alma – satma kurlarındaki pariteler götürmüştür.
Bu sütunda sanatçıların tümüne değinmem çok zor. Ama serginin ekonomik kriz sonrası çizdiği gelecek panoramasının, arzu edildiği kadar zaten yaşanan da bir süreç olduğunu söylemek olası. Atina’daki ekonomik sorunlar karşısında AB’nin aldığı tavır, zaten yıllardır bu coğrafyaya da layık görülendi. Sofya’nın çektiği ekonomik sıkıntı, komşu ile beraber yaşanılan süreçlerden izler taşıyor. Bu bağlamda, kredimiz “komşilere” zaten hep açık. Bu gelecek dönemde, küratörlerin de belirttiği gibi, elimizde bulunan tek güç “kimliklere, güvene dayalı yeni ‘kredi’ zincirleri”. Yapılması gereken, siyasi üst-yapısal kodlamalardan ivedilikle uzaklaşarak, komşuların kimliğine duyulması gereken güven ve bu güven ortamını oluşturmak için gereken adımları atabilmek. Temel hareket noktalarından birisi de bu olan sergiyi, 25 Temmuz’a kadar Antrepo 5’te izleyebilirsiniz (Tel. 0212 - 243 90 74).
(21 Temmuz 2010 tarihli Birgün Gazetesi'nde yayınlanmıştır.)

9 Temmuz 2010 Cuma

British Museum "Moral" Kazandı


Fırat ARAPOĞLU

Göçmenler, hayat kadınları, akıl hastaları, gay/lezbiyenler gibi toplumun öteki ve marjinal kimliklerinin görünür kılınmalarına dair çalışmaları ile tanınan Şükran Moral’ın “Bordello” (Genelev) çalışması, Casa Della Arte’nin de katkısıyla, British Museum Koleksiyonu’na dahil edildi. Ahu Antmen’in, haklı olarak, Türkiye’de performans sanatının “ana kraliçelerinden” birisi olarak imlediği Moral, 1997 yılında Yüksek Kaldırım’da bir genelevde gerçekleştirdiği 24 saatlik performansında, mekana bir hayat kadını kılığında sızmıştı. Koleksiyona dahil edilen 2010 tarihli 80x58 cm. boyutlarındaki çalışma, bu performanstaki enstantanelerden birisi üzerinden hareket ediyor.

Sanatçı performans esnasında genelev kapısına “çağdaş sanat müzesi” yazmış ve önündeki sandalyede oturan, genelev çalışanlarından birisi olan yüzü örtülü kadın da elinde “for sale” (satılık) yazan bir kağıdı tutmuştu. Burada sanatçı, “müze” ve “sanatçı” kavramlarını, “genelev” ve “fahişe” kavramları üzerinden sorgulamaktaydı. Koleksiyona alınan çalışmada da, merkezde yüzü örtülü kadın görülürken, hemen arkasında sarışın bir kadın (Şükran Moral) yer alıyor. Resmin solundan çıkan yaratığınsa, erkekliği, erkek egemen sistemi ve onun saldırganlığını yansıttığı netlikle görülebiliyor.

Feminizm ve Sanat Tarihi

Aynı çalışma incelikli bir sanat tarihi eleştirisini de içerisinde taşımakta ve sanat tarihinin temel bir prensibine referans veriyor: “Estetik bakış nesnesini deneyimler, ırzına geçmez”. Sanatçı birçok çalışmasında, kadın bedeninin ikili rollerini netlikle ortaya koymaya çalışıyor. Bu sadece Genelev’de değil, 1 Temmuz’da açılışı yapılan, İtalya ve Türkiye Arasında Çağdaş Sanatçılar sergisindeki Roma Mitolojisi’ndeki Cimon ve Pero öyküsünü konu edinen “Pero” çalışmasında da görülebiliyor. Bu kadın bedeninin ikili olma durumunu Joanna Frueh’ten aktaralım: “Bunlardan birisi kadın bedeninin kirli ve tehlikeli olup, kötülük sunmasıdır. Diğeri ise kadın bedeninin kutsal, besleyici ve aseksüel görülmesidir. Anne – Fahişe ideolojisi kadınların, bırakın aşk hayatı bir yana, kendi vücutları ile bile rahat olmasını engellemektedir”.

Genelev çalışması, geçen yıl Radikal Gazetesi’nde vurgulandığı gibi, 1975 yılında Marina Abramoviç’in Red Light District’teki (Amsterdam) “The Role Exchange” çalışmasının izlerini üzerinde taşıyor, ama elbette belirli farklılıkları içerisinde barındırarak. Abramoviç’in performansı rol değişimi üzerine odaklanırken, Moral böyle bir şey geliştirmedi. Abramoviç’in çalışmasının dokümantasyonu Ulay’ın fotoğraflarından ve metinlerden oluşurken, Moral 5. İstanbul Bienali’ndeki “Speculum”da bu çalışmayı performans videosu olarak sergiledi.

Şükran Moral’ın net üslubu ve mesajları nedeniyle üzerine olan tartışmalar yakın gelecekte de sürecek gibi görünüyor. Yarattığı gerilim, kimlik ve farklılığın açıktan vurgulanması ile birinci dalga feminist sanat pratikleri ile özellikle uyuşmakta. Aldığı eleştiriler de, çoğunlukla, 1970’lerin ilk dalga teori ve pratiklerinin, 1990’lardaki sunumu nedeniyle. Bu bir anakronizma olarak okunabilir, ama aynı teknik ve prosedürlerin farklı zamanlarda farklı anlamlara geleceği de unutulmamalı. Sanat tarihindeki “who-done-it-first” (ilk kim yapmış) sendromu, bazen gösterge okumalarından sapılarak, hafiyeliğe soyunulmasına yol açabiliyor. Ayrıca hem teorik hem de pratik düzeyde feminist sanat pratikleri içerisinde birçok farklılığın yer alması da, kategorizasyon sıkıntılarına yol açmakta. Belki de bu nedenlerle, günümüzde feminizmi “tarihselleşen” bir olgu olarak gören Nezaket Ekici gibi bazı kadın sanatçılar, “feminist” sözcüğünden ısrarla kaçınıyorlar. Bu bağlamda tek bir feminist sanat tipinden değil, çoklu feminist/feminist gibi yaklaşımlardan söz etmek gerekli. Moral, hakkındaki olumlu – olumsuz eleştirilerle, uluslararası alanda ve Türkiye’de ses getirmeye devam ediyor ve British Museum’a eserinin alınması, sanatçı ve Türkiye Sanatı açısından farklı bir “meşrulaştırma” politikasının izi olarak da okunabilecek.

(9 Temmuz 2010 tarihli Birgün Gazetesi'nde yayınlandı.)

30 Haziran 2010 Çarşamba

TEMSİL KRİZİ BAĞLAMINDA ‘KADIN’

FIRAT ARAPOĞLU
TEMSİL KRİZİ BAĞLAMINDA ‘KADIN’
Beral Madra’nın direktörlüğünde devam eden Taşınabilir Sanat Projeleri’nin 12.si olarak Uluorta sergisi, Derya Yücel ve Azerbaycan’dan Sabina Shikhlinskaya’nın küratörlüğünde çeşitli ülkelerden 11 kadın sanatçının video çalışmaları ile kadın kimliği ve farklılığı konularını sorguluyor.
GÖRSEL SANATLARDA KADIN VE ULUORTA
Sanat dünyası sermaye, sınıf çelişkileri, etnik köken, cinsiyet ayrımcılığı gibi konuları dışlama arzusunda, yani diğer bir deyişle, bu konuların sanatın kapsamına girmediğini öne sürmekteyken, sistem olarak daima ‘erkek’, ‘heteroseksüel’, ‘beyaz’ ve ABD/Avrupa merkezli sanatçı profilini yüceltmektedir. Bu yapının altını kazıyan unsurlardan birisi olarak kadın sanatçılar da, mikro çıkışlı işler üreterek, sistemi yapı-söküme uğratmaya ve ‘erkek egemen’ yapısını deşifre etmeye çalışıyor.
Uluorta sergisi, Bahar Behbahani’nin ‘Safran Çayı’ çalışması ile izleyicisini karşılıyor. İranlı sanatçı düş ile gerçeklik, geçmiş - gelecek, gençlik -yaşlılık gibi ikili okumaları, standartları yüksek bir video çalışması ile sunuyor. Behbahani, daha önceleri Judy Chicago gibi sanatçıların işleri ile beraber sergilerde yer alan bir sanatçı. Norveç’li iki sanatçıdan Eli Glader, Azerbaycan’da kadınlar hapishanesindeki camera verite (gerçek çekim) ile yaptığı kayıtları sekiz kanallı bir video yerleştirme ile sunuyor ve hapishanenin yatakhane, yemekhane gibi farklı alanlarına şahit olunuyor. Else Leivrik’in kadın deseni ise, görselliği ile ön plana çıkarak, tarz olarak diğerlerinden uzak bir görüntüde.
Ayşe Böhürler, siyasi kimliği ve yazarlığı ile medyada göz önünde olan isimlerden birisi. Bu sergide, ‘Duvar’ isimli belgeselinin çekimlerinden kurguladığı ‘Her Günkü Dünya’ isimli çalışma ile yer alıyor. Çalışması, serginin konsept metni ile uyumluluk içerisinde, üst-söylemsel geri kalmışlık vb. okumaların aksine, kişiselliklere veya toplumsallıklara odaklanan bir iş. Siemens Sanat’ın Sınırlar Yörüngeler 02 ve 06’daki işleri ile hatırlayabileceğiniz Hatice Karadağ, ‘İsimsiz’ videosuyla kadının toplumdaki temsili krizine, kendisini sunumu konularına gönderme yapıyor. Gül Ilgaz’ın, ‘İki Kanat’ çalışması örtme, örtünme, kamusal alandan tecrit edilme konularına odaklanırken Karadağ’ın ve Yeşim Ağaoğlu’nun çalışmalarına referans veriyor. Ağaoğlu da, kadının kamusal alandaki görüntüsünü-etkisini yansıttığı çalışmasında, imgelerdeki ironileri, çelişkileri ve dramatik gerilimleri kullanıyor. Sophia Cherkezishvili’nin, ‘Koru Beni’ çalışmasıysa kadınların gözlerine odaklanarak, SSCB sonrası sorunlu bir bölgenin yaşadığı sıkıntıları kadınların gözlerinden yansıtıyor.
İTAATSİZLİĞİN GEREKLİLİĞİ
Serginin ağırlığı oldukça hissedilen üç işinden birisi Rena Effendi’ye ait. WHW küratörlüğündeki 11. İstanbul Bienali’nde ‘Boş Hayaller: Boru Hattı Boyunca Yaşanan Hayatların Bir Tarihi’ çalışmasından hatırlanabilecek sanatçı, National Geographic ‘All Roads’ dahil bir çok ödül sahibi. ‘Mutluluk Evi’ çalışması, bugünlerde etnik çatışmalarla gündeme gelen Kırgızistan’ın Oş kentindeki çekimlerden oluşturulmuş. Fergana Vadisi üzerinde uyuşturucu sevkıyatının odak noktalarından olan Oş, ayrıca Kırgızistan’ın düşük gelirli bir ülke olmasıyla, kadınların, erkeklerle beraber, çok rahat uyuşturucu ya da seks ticaretine düştükleri bir noktada. Effendi 2007 tarihli fotoğraf serisinde, evlilik törenlerinin ardından sizi kaçınılmaz gerçeklik olarak genelevlere ve uyuşturucu kullanımına şahit ediyor.
Nezaket Ekici’nin açılış performansı ‘İtaatsiz’, elbisesinin üzerinde yüzlerce kürdanla kişinin, sınırlarını göstermesi açısından önemliydi. Kimlik inşasını redderek, kürdanlarla bu sivri, ulaşılamazlığı veren Ekici, performans sonunda ise izleyicilerden seçtiği kadınları yanına çağırarak, nihai uzlaşmaya da ışık yaktı. Sanatçının ‘Kıyısız Nehir’ videosuysa, bedenin zaman - mekân içerisindeki konumunu sorunsallaştıran bir çalışma. Zaman nedir? Başlangıcı ve sonu nedir? Sınırlılıkları nelerdir? Zamanın ilerlemesindeki hızlılık - yavaşlık nosyonları nelerdir? Bunlar Ekici’nin çalışmasından sonra akla gelen sorulardan sadece bir kaçı. Değişik yaş gruplarına ait ve değişik coğrafyalardan gelen 11 kadın sanatçının gözünden ‘kadın kimliği’ konusunu 18 Temmuz’a kadar Antrepo 5’te izleyebilirsiniz.
(30 Haziran 2010 tarihli Birgün Gazetesi'nde yayınlanmıştır).