25 Eylül 2010 Cumartesi

YA BENİMSİN YA KARA TOPRAĞIN!


FIRAT ARAPOĞLU

26 Ağustos – 17 Eylül tarihleri arasında Galeri Artist Çukurcuma’da gerçekleştirilen Hülya Küpçüoğlu’nun ‘Sadece Benim Olacaksın’ başlıklı kişisel sergisi, Yeşilçam’ın klişeleşen arabesk repliğine dair, 1980’lerin apolitik yozluğunun 1990’ların Leman dergisi etrafında geliştirilen yeni orta sınıf jargonunda hiciv edilmesini akla getiriyordu. Ama sergi için sadece bu tespitin yetmeyeceği görülüyor. Sadece Benim Olacaksın! vurgusu, içerisinde ‘eksik’ oluşmuş kişilik psikolojisinin yansımalarını da göstermekte ki, bu da böyle problemli bir kişiliğin geri bıraktırılmış coğrafyalar ya da büyükşehirlerin varoşlarında geliştirdiği kültürde, kişinin kendisini merkeze alarak etrafındaki tüm ilişkileri birer ‘uydu’ olarak görmesinden kaynaklanıyor. Bir nevi ‘Polat Alemdar Sendromu’ olarak da adlandırılabilir. Bu tespite son kısımda dönelim.

KADİR ULEN DELİ KADİR!
Sergide ilk gözlemlenen Küpçüoğlu’nun oto-portresi. Açıkçası şaşırtıcı bir sunum, zira bağlamsal bir sergide oto-portre, sanatçının da yaşanmışlıkların içerisine dahil olduğu anlamına çıkıyor. Bunda bir beis yok ama sergide popüler kültür ikonlarının temellük edilmesi acaba sanatçının da mı kendisini popüler kültür içerisinde gördüğü sorusunu akla getirmez mi? Elbette Küpçüoğlu bu soruya ‘Evet’ yanıtı vermez. Hele hele sanatta ‘popüler’ değil, ‘tanınmış’ (well-known) sözcüğü tercih edilmekteyken. Sanatçının bu sunumu, işte böyle birçok ikircikli soruya neden olmakta.

Kadir İnanır gibi Yeşilçam figürlerinin yer alışı, önceki dönemlerin ‘saf’ aşklarını simgelemek üzere sunulmuş. Sahi bu doğru mu? Yeşilçam aşkları çok da saf mı? Buna hemen ‘evet’ demek zor. Örneğin Kadir İnanır imgesinin sunulduğu çalışma nasıl değerlendirilebilir? Sanatçının resmettiği poz, 1985 tarihli bir Kadir İnanır & Harika Avcı filminden. Bir mafya üyesi olan Ateşdağlı (Kadir İnanır) çatışmalardan kaçtığı sahil kasabasında oturduğu evin kızına - Harika Avcı – aşık olur. Onun sayesinde silah bırakır, mutlu sonla film biter. Ama insan sormadan edemiyor, bu aşk sahnesi için afişte elinde silahıyla poz veren imge, ‘saf’ aşkı ne kadar simgeliyor? At (1985 versiyon için kırmızı bir Mercedes!), avrat ve silah sendromu mu aslında görülen?

HASTALIKLI RUH HALİNİN TEZAHÜRÜ!
‘Sadece Benim Olacaksın!’ vurgusu, sahip olma arzusunun hastalıklı bir hali. Dünyayı, insanları ve nesneleri kendi uydusu gibi gören hastalıklı bir bünyenin tezahürü bu. Bunun mantıksal dayanaklarını biraz da ‘tüketim kültürü’ içerisinde görmek gerekiyor. Aşkların bile ‘tüketim’ çarkı içerisinde Sevgililer Günü gibi kapitalist pazarlama ile sunulduğunu ve ülkemizde bunun 1980’lerden bu yana ‘trendy’ bir davranış olarak arttığını unutmak mümkün değil. Sanatçı, belki de bundan kaçınmak istiyor, ama kaçarken ‘nostaljinin’ iplerine takılıyor. Sadece Benim Olacaksın!.. Bu düşünceye sahip olan bünye obsesiftir ve bunun ülkemizdeki versiyonu maalesef yer yer aşk cinayetlerinde görülüyor. Vurgunun bu ironik yanını görmek isterdim sergide, ama Küpçüoğlu işin bu tarafına hiç eğilmemiş. Halbuki bu arabesk söylem bazı insanların hayatlarına mal oluyor.

Hülya Küpçüoğlu’nun konstrüktivist dönemi, ağır ağır pop-art ve türevlerine kaymakta. Mart ayındaki ‘Çok Güzel’ sergisinde yer alan ‘Güzel Ama’ işi Hülya Avşar ve Angelina Jolie’yi temel almıştı ve bu sergi ile beraber popüler ikonları temellük ettiği işlerin devamı da gelecek gibi. Sanatçının bu dönemini izlemek eğlenceli olacak.
Son söz Hürriyet Gazetesi’nin 16 Eylül 2010 tarihli nüshasından Kültürazzi köşesine. Küpçüoğlu basının Nuri Alço’nun imgesinin yer alacağı işin üzerine çok gitmesinden rahatsız olduğundan ve mekânın da darlığından dolayı bazı Yeşilçam sahnelerini sergiden çıkartmış. Bu tartışılabilir, hatta ikincisi bir ‘bahane’ de olabilir. Ama gazetenin ikinci basın bülteni yerine ilkini kullanması etik dışı bir tavır. Ayrıca Sabah, Hürriyet gibi boyalı basının sanat sayfaları okullardaki ilköğretim panolarına bile dua okuturken, bu anlamsız ‘paparazzilik’ neyin nesi? Sergi eleştirisi yapma niteliği olmayan kalemler, görsel sanat etkinlikleri üzerine magazinciliğe mi soyunuyor?

BATMAYAN GEMİ YA DA BİTMEYEN AŞK!
Sanatçı çokça bilinen ‘pop imgeleri’ biraz da nostaljik bir bakış açısı ile temellük etmiş. Aslında bu sanatta sunumu riskli bir konu, zira en temelde nostalji dediğimiz şey insanoğlunun defosu değil mi? Küpçüoğlu’nun Hollywood imgelerini kullanması bu nostalji üzerinden hareket ediyor ve Casablanca, Titanic gibi filmlerden sahnelerle karşımıza çıkıyor. Casablanca’da Rick, Isla ve Victor Lazla arasındaki üç köşeli aşk hikâyesi – Humphrey Bogart, Ingrid Bergman ve Paul Henried - 1942 tarihli unutulmaz filmden kesilen bir sahneyle sunulmuş. Titanic’te ise karşımıza asla ‘batmayacak’ geminin, kaza sonrasında Jack Dowson ve Rose DeWitt Bukater’in (Leonardo di Caprio & Kate Winslet) suyun içerisindeki durumu çıkıyor. Sanatçının galerinin iç kısmındaki boşlukta yer alan videosunda ise, İstanbul’un çeşitli yerlerinde el ele tutuşarak yürüyen çiftleri Michael Jackson’un ‘The Girl is Mine’ (1982) parçası eşliğinde izliyorsunuz. Üç boyutlu işlerden ziyade bu işin daha çok sergi temasına sahip çıktığı söylenebilir zira üç boyutlu işlerdeki aceleciliğin ilerdeki sergilerde giderilmesi gerekiyor.

(21 Eylül 2010 tarihli Birgün Gazetesi'nde yayınlanmıştır)

16 Eylül 2010 Perşembe

Trafik ışıkları olmayan şehir, şehriyle iç içe bir bienal: Sinopale!

SİNOPALE VENEDİK’TEN DAHA EĞLENCELİ

Trafik ışıkları olmayan şehir, şehriyle iç içe bir bienal: Sinopale!

Fırat ARAPOĞLU

Tarihi Sinop Hapishanesi’nin Bölge Çocuk Islahevi Binası. 1999’da Kültür Bakanlığı’na devredilen binaya yaklaşıldığında, cephedeki dokuz pencere açıklığına yerleştirilmiş aynalar ve bu aynaların içerisindeki hoparlörlerden gelen şarkılarla karşılaşılıyor. Sinoplu gençlerin hapisteki bir arkadaşlarına gönderecekleri şarkılar. Aynalar, içerde olanın aslında “bakanın” kendisi olduğunu gösteriyor, halkın ıslah edilen çocukluğu. Georg Klein’in binadan yarattığı devasa enstalasyona, hatta heykele bakarak bienale giriş yapılıyor ve tecrübeli sanatçı, dokuz dakikalık loop’lar halinde yedi ayrı sesi yansıtıyor.

Sinopale Uluslararası Sinop Bienali (ya da bienal gazetesi Sinopsis’deki diğer bir isimlendirmeyle Sinopale Uluslararası Çağdaş Sanat Sergisi) 14 Ağustos’ta açılışını yaptı. Kavramsal çerçevesi ise “Gizli Anılar, Kayıp İzler” başlığını taşıyor. Etkinlik içerisinde Sonja Böhlander Tanrısever’in atölye çalışmaları, Renan Koen’in “İçimdeki Dev Senfoni II” projesi, Artcitizens’ Shop, Ziya Azazi dans atölyesi ve sanatçının “Ember” performansı, Hülya Karakaş’ın tiyatro projesi ve Hande Sağlam’ın küratörlüğündeki “Sesin İzi – Engin Aksan Arşivi” sergisi ve “Sesler” atölyesi çalışmaları da yer aldı. Böylece çok yönlü bu etkinliklerin Sinop halkı ve bienal izleyicilerini çekmek adına tasarlandığı görülüyor. Bu etkinliklerin eleştirisini başka değerlendirmelere bırakarak, görsel sanat çalışmalarına odaklanalım.

22 Sanatçı 8 Küratör!

Bu hesaba göre bir küratöre 2,75 sanatçı düşüyor Sinopale’de. T. Melih Görgün, Beral Madra, Vittorio Urbani, Nike Baetzner, Rana Öztürk, Branko Franceshi, Vaari Claffey ve Hande Sağlam bienalin eş-küratörleri olarak ilan edilmişti. Bienal sanatçılarını, etkinliğin merkez mekanı tarihi hapishanedeki işlerle görürsek:

Sergi sizi sessel olarak Klein’in girişte belirttiğim “Aynaların Şarkıları” yerleştirmesi ile karşılıyor. 2007 Santralistanbul’daki “Kamusal Alan ve Güncel Sanat” projelerinden hatırlanılabilecek Maria Papdimitriu’nun “Hotel Nokul” çalışması ise serginin dikkatleri çeken ama çağdaş sanat tarihinde bilindik çalışmalardan. Sinop’taki Gül Palas otelden esinle oluşturulan Hotel Nokul’da şehrin belleğine dair göndermeler var, fakat Sinop hariç coğrafyasal göndermeleri belli kalıpların ötesine geçemiyor.

Fotoğrafın önemli isimlerinden Sıtkı Kösemen’in Sinop – Karadeniz serisi, kente dair farklı enstantaneleri büyük boyutlu çıktılarla sunarken, Daniele Pezzi, Avustralya’da ait olmak istediği mekanı aradığı “A Man a Foot ain’t a Man at All” çalışması ile beraber Sinop’ta kurguladığı, batık bir kenti Sinoplu bir balıkçı ile beraber aradığı etkili videosu ile bienalde yer alıyor. Garanti Platform Residency Programı’ndan hatırlanacak Els vanden Meersch’in hayalet Kürt kasabalarını sergilediği çalışmasının etkililiğinin yanında, Google-Sinop olarak isimlendirilen merkezi yerlere dair fotoğrafları derlediği küçük seçkisi de görmeye değer. Maria Ikonomopolou’nun “Anı Yetiştirmek” çalışması yerel kültüre dair çiçekler ve tekstilde bu çiçeklerin kullanımını, onları anlamsal olarak destekleyen yine kağıtlardan üretilmiş sözcüklerle sunuyor. Yerel belleği simgeleyen çalışma olarak iyi, ama malzeme seçimi ve mekanın rüzgar alışı ve deforme bir bina oluşunun hesap edilmemesi açısından aktüel durumu yetersiz bir çalışma. Aynı dertten Joel Andrianomearisoa’nın “Kara Sevda – melankoli – Düşlerde Uyku İsraf Etmek” çalışması da nasibini almış. Kağıt, plastik, kumaş ve küçük aynalar gibi malzemeleri kullanarak yatak, merdiven, öznenin kendini deneyimlediği küçük ayna formlarının sunulduğu çalışması bilinçsiz izleyiciler ve rüzgarın azizliği ile bazı yerlerde deforme olmuş. Anne Metzen’in Sinop’un radar noktası olarak tespitini sunduğu raporlar ve halktan radar üssündeki ABD’lilerle iletişimde olanların anılarından derlediği raporlar bienalin vurucu çalışmalarından. Etkileşimliliği Yoko Ono’nun işlerini akla getirirken, izleyicide dönüştürülmüş, manipüle edilmiş bir düşünce hissiyatını oluşturabiliyor.

Dr. Rıza Nur Kütüphanesi’nde Bilindik ve Yenilikçi Videolar

Rana Öztürk ve Vaari Claffey’in küratörlüğündeki “Geçici Olarak Rafa Kaldırıldı” sergisi başlık olarak ve sergideki bazı işlerle uyumu ile oldukça etkileyici. Tabii ki bütün işler bu temayı kaldırır durumda değil. Öncelikle giriş katındaki “Masa Projesi” uzun zaman sonra ilk defa yerini bulduğu bir mekan olarak, kütüphane içerisinde Sinoplu karikatürist Seyit Saatçi’nin işlerini ve onunla ilgili bir belgeseli gösteriyor. Videolar ve diğer işlerden akılda kalanların başında, yazının başlığını da sözlerinden aldığım Ronan McCrea’nın “Alfred H.’nin Kayıp Fotoğrafları” başlıklı slaytları ve Declan Clarke’ın “Problem Biziz” başlıklı kütüphanelerden kaldırılan sol içerikli kitapları teşhir ettiği çalışmaları geliyor. Işıl Eğrikavuk, Tayfun Serttaş, Fiona Marron ve Sean Lynch’in çalışmaları algıda farklılaşmalar yaratan, kurgu, yabancılaştırma efektlerini kullanan işler. Gülsün Karamustafa’nın işi de arada bir kategori olarak İstanbul yabancılaştırması üzerinden Sinop’ta sergileniyor. Sarah Pierce, Ferhat Özgür, Bea MacMahon, Rhona Byrne’ın işlerinde ise pek yenilik görülemiyor. Pierce’ın İrlanda dilinde sunulan eski haberleri montajlaması, Özgür’ün Bridgend’i in-situ tespitler olarak bir öneri sunmuyorlar.

Bu sütunda tüm bienali analiz etmek elbette zor. Ama genel hatları ile genelde başarılı bir etkinlik olarak üçüncüsünü de gerçekleştirmiş durumda Sinopale. Tüm küratörleri tebrik etmek gerekiyor elbette, ama halkla iç içe geçen, izleyicilerini oluşturmaya başlayan, halkın iz’inin olmadığı herhangi bir “ötekileştirici” çalışmayı içermeyen Sinopale için T. Melih Görgün ve Beral Madra’yı ayrı kutlamak gerekiyor. Bienalin Sinopsis dergisinde “8. Sinopale’yi görürsem mutlu olacağım” diyen Madra ve “Buralardan gelen bir enerji beni sağlıklı kılıyor” diyen Görgün’e önümüzdeki bienallerde tekrar buluşmak üzere demek gerekli (fotoğraflar: Yalçın Kesen)

(6 Eylül 2010 tarihli Birgün Gazetesi'nde yayınlanmıştır).